Çırê Musyon

14 Aralık 2018 Cuma

Rêya Heqîyê, Alevilik ve İslam!

Son Makaleler

Rêya Heqîyê, Alevilik ve İslam!

Medeni dünyanın, bu arada Kürdlerin mücadelesi, Yahudilik ve Hıristiyanlığın çözüldüğü gibi, bilim ve bilginin gelişmesi ile siyasal İslamiyetin şiddetinin de çözülerek, laik bir siyasal ortama evirilmeyi sağlayacaktır. Demokrasinin yerleşmesi, insanlık duruşunun ve ilerleyişinin sürdürebileceği modern toplumu inşa edecek yol budur.
Rêya Heqîyê, Alevilik ve İslam!
Makaleyi Paylaş
4500 yıllık geçmişi olan Rêya Heqîyê inançlılar kendilerini 1376 yıllık tarihi olan Müslüman bilir, ancak Müslüman değiller!
4500 yıllık geçmişi olan Rêya Heqîyê inançlılar, kendilerini 500 yıllık geçmişi olan Kızılbaşlardan bilir, ancak Kızılbaş değiller!
4500 yıllık geçmişi olan Rêya Heqîyê inançlılar kendilerini 150 yıllık geçmişi olan Alevi bilir, ancak Alevi değiller!
***
Mafya liderlerinden, Sedat Peker’in Beşiktaş Cemevini ziyareti ve tepkileri güncel iken, Cemevleri’ne devletin tıpkı Camii ve diğer dini kurumlara el artarak, siyaset kurumları içinde projelendirdiği bir süreçte geçerken, Alevilik ve  RÊYA HEQİYÊ inancı konusunda bazı tarihi ÖN BİLGİLERE sahip olmak önemlidir.!
***
Otorıter Islam ve Hilafet Kavgaları
İSLAMİYET; din ve yönetimi iç içe, iktidar olarak süre gelmiştir. Böyle olduğu için hem İslam hem laik olarak kalması güçtür.
ISLAMIYET; dinsel otoriteyi esas alır. Muhammed bir otorite olarak, kurallarını tam yerleştirmeden, peygamberlik sürecini kısa yaşadığı ve beklenmediği bir anda erken ölümü ile sonrasına siyasal İslam’in krizi olarak yansıdı. 1376 yıldır İslamiyet bu krizi bir cehennemi yaşatarak insanlığın kendisine inananlara, göstererek tarihe geçmiştir. Böyle olduğu için öğreniyoruz ki Muhammed vefat ederken, Halifelik için yapılan iktidar savaşından dolayı, cenazesi üç gün yerde kalmış ve defin edilmemiş olduğunu tarihe not düşmüşler!
İSLAMİYET'in ilk krizi, dört halife döneminde kanla yaşanmış ve sonrasında da derinleşerek bugüne varmıştır. Bu derin krizi ancak siyasal dinî süreci yaşayıp, acısıyla çözmüş toplumların oluşturduğu modern devletlerin dış müdahaleleri ve içerde bu dinamiğin istemi ile ancak çözülebilir!
İSLAMIYET'te ilk adımı atan Muhammed ile birlikte Kureyş kabilesinin ileri gelen elitleri olmuştur... Bunlara, Muhammed’in yakınları olmaları itibarıyla “Ehli Beyt” derler, ilk İslamistler oldukları için de kendilerini “Sahabe” olarak isimlendirilir...
Bu sahabeler, 632 yılında Muhammed ölünce, her biri kendisinin, Muhammed’in otoritesini işlediği yere, yani halifeliğini kendine laik görür ve o tahta oturmak için mücadeleye atılırlar.! Bunlardan;
EBUBEKIR (632-634'te halife); Muhammed’in ilk kayınbabasi ve kervan ticaretinde en büyük hissedarı ve ortağıdır.
ÖMER; (634-644'te halife); İslâm istilalarında katledip kalanını yola getirmek üzere başarı göstermiş, Muhammedin eniştesi, Ali'nin kızı, Muhammed’in torunu Ummi Gülsüm ile de evli ilk sahabelerden olduğu bilinir, halifeliğin iktidar kavgasında öldürülür!
OSMAN; (644-656'da halife); Muhammed’in akrabası, halası Ümmi Hakim'in torunu, kızları Ümmü Gülsüm ve Rukiye ile evli, o da halifeliğin iktidar kavgasında öldürülür..
ALİ; Son halife olarak tarihe geçen, namaz kılarken öldürülen halifedir. Ali de Muhammed’in amcasının oğlu, Kureyş kabilesinin Haşimi ailesindendir. Ayrıca Muhammed’in kızı Fatima ile evlidir, eniştesidir. Bugün Şia (Ali taraftarları) ve Sunni cephe sahada, farklı güçlerin maşası olarak ve tarihten gelen kin üzerinden kendi içinden ve birbirleri ile boğazlaşıyor...
Bu Hilafet kavgasına canlar gitti, İmparatorluklar, devletler oluştu savaştı. 
Bu gün de III. Dünya savaşının en büyük mezesi olarak Yakın Doğu'da, Orta Doğu'da insanlığın yakasından düşmeden İslamist taraftarların siyasal şiddeti sürüyor!
Rêya Heqiyê inancı, din uğruna kılıç kuşanmayı, başkasını hilafeti için öldürmeyi, dinine taşımayı kabul etmeyecek kadar doğayı, insanı kutsal bilen, kendisi ve kutsalı arasına hiçbir şeyi kabul etmeyen, sesiz, sakin ve 4500 yıllık geçmişi olan bir inançtır. Bu inancı Müslümanlığın Şia ya da başka bir inancı içine alarak hilafet kavgasında helak etmek, şiddete bulaştırmak, tarihini görmezden gelmek, tarihi kültürel geçmişini hiçleştirmek zuldur.
***
“Alevilik” derken, genel olarak Nusayriliği ve Bektaşiliği, Rêya Heqîyê inançlarını bir olarak ele alırlar ki bu doğru değildir. Bu tarz bir girişim, araştırmayı daha başlangıçta sakat kılar. Nusayrilik; Arap Şialığıdır. Bektaşilik; Hacı Bektaşi Veli ve onun temsil ettiği Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri, devşirme Yeniçeri Orduları’nın kurumsalı olmuş ve “Devlet Aleviliği” olarak sahiplenilmiştir. Osmanlı Yeniçeri Ordusu, devşirme çocuklardan oluştuğu için, Hacı Bektaş-i Veli’yi “manevi baba”ları bilir. Bu nedenle Yeniçeriler, Hacı Bektaş-i Veli’ye “Baba” der. Hacı Bektaşi Veli, Horasan’da “Eren”, Anatolia’da “Abdal” ve ölümünden sonra adına “Tekke” kurulmuş, tabulaştırılmıştır.
Rêya Heqîyê inancında olanlar, kendilerini “Alevi” bilir, ancak Alevi değildirler. Aleviler, kendilerini “Kızılbaş” bilir, ancak “Kızılbaş” değildirler. “Kızılbaşlık”, Osmanlı Devleti’nin 15. ve 16. yüzyılda, İran yanlılarına verdiği isimdir. Daha sonra Osmalı Devleti’nin yarattığı algıda Müslümanlığa biat etmeyen tüm “Mecusi” dinlerin yanısıra, Şia olan herkesi “Kızılbaş” olarak adlandırır Osmanlının tanımladığı bu isim, zamanla Rêya Heqiyê inancında olanlar da kabul eder olurlar. Esas karışıklık da burada başlar. 1870-1890’lı yıllarda, II. Abdulhamid ve sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti, “Alevi” terimini “Kızılbaşlık” kavramının yerine kullanır!. Dışarıdan verilen bu isim de zamanla içselleşir ve kabul edilir. Ancak Rêya Heqîyê inancı, bu kavramlara oturamaz. Şimdi de “Kürd Aleviliği” ile diğer Bektaşi ve Şia inancına dayanan Aleviliği ayırt etmek, arasındaki farklılığı vurgulamak için “Rêya Heqiyê /Kürd Aleviliği” olarak belirtmek durumunda kalınırken bile, “Kürd Aleviliği” vurgusu Rêya Heqîyê kavramını gölgelemekte ve onları Nusayriler ya da Bektaşilerin yanına düşürdüğü, “Aynı aidiyetten olduğu”nun karışıklığını verme tehlikesini yaratmaktadır. Oysaki Rêya Heqîyê inancı, Kızılbaş ve Alevilik kavramları türetilmeden önce vardır. Bu açıdan kökleri dörtbin yıl öncesinde var olan bir inancı, 500 yıl geçmişi olan bir “Kızılbaşlık” ya da 140 yıldan fazla geçmişi olmayan türetilmiş “Alevilik” kavramının içinde göstermek, Rêya Heqiyê inancının tarihi geçmişini, mitolojik araştırmaya kapatmak olur ki, bu doğru olmaz!
Bazen Şialığı bile Aleviliğin içinde ya da Aleviliği Şialığın içinde değerlendirirler ki, bu da Aleviliği eritme/asimilasyona tabii tutma amacından kaynaklanmaktadır.
Bu karmaşıklığın tamamı, devletlerin dini, ideolojik bir saik olarak kullanmak ve nüfus alanlarını genişletmek politikasından kaynaklanmaktadır.
Mihtra inancı, Ariyan halklarının inancıdır. Hıristiyanlıktan sonra bu inancın sürdürücüleri Farslar ve Kürdler olmuştur. Rêya Heqîyê inancı, Mıhtra inancının devamı olup, orjinliğini bazı değişikliklerle de olsa, sonuçta devam ettiricileri Kürdler olmuştur.
Rêya Heqîyê inancı, MÖ. 2.000 yıllarına varan Xweda/Yêz-dan/Yaratan adı ile özdeşleşen Mihtra ve sonrasındaki Zerevan, Zerdeşt ve akabindeki Mani-Mazda ve Hürmüz, Yaresan-Kakayî inancındaki ritüelleri içermekte ve taşımaktadır.
Zira birbirlerinin devamı olan bu inanç silsilesinde; güneş, yağış, toprak, rüzgâr ve emek ile insani paylaşım, önemli bir yer edinir. Rêya Heqîyê’nın de içinde olduğu “Mecusi” inançlarda, şiddet yok ya da yok denecek düzeydedir.
Bundan dolayı Mihitra’daki temel felsefede; “Güneş, yağış, toprak, rüzgâr, emek ve insan kutsaldır!” denir!
İslamiyet’te temel dua nasıl ki; “La İlahe İllahla Muhammeden Resul Allah” ise, ilk tek tanrılı din olan Mihtra ve devamındaki inançlarının temel duası ise tabiat ve insanlık içindir. Şöyle:
“Ey Yaratan, Bize;
Aydınlık ve sıcaklık için GÜNEŞ
Su ve yeşillik için YAĞIŞ
Hava ve denge için RÜZGÂR,
Ekip biçmek için verimli TOPRAK
Üretmek için GÜÇ ve İNSANLIK ver!” denir.
Bu “kutsal” şeyler sonucunda elde edilen, “Tüm tabiatın varlıkları kutsaldır, tüm canlılar ve insanlık içindir.” İnsanlara bağış edilen bu tabiatın varlıkları sonucunda elde edilen her ürün, insanlık içindir. Tabiat ve topraktan alınan, adil ve insanca yaşam için kullanılır. Her birey emek vererek ürettiği ürün, sadece kendisine ait değil, etrafında yaşayan her bireyin de hakkının olduğunu düşünerek paylaşır. Paylaşımda güç sahibi olamayanlar ve güçten düşenler, çocuklar ve yaşlı komşular öncelikle hak sahibidir. Bu inançların bir özelliği başkasını kendi dinine davet etmez, başkasının dininden vazgeçerek bu dine dahil olması istenmez. Bu nedenle “dinine getirmek”, “yola getirmek” gibi zorlamalar yoktur.
Bu ritüellerin tamamı tarihte Mihtra, Zerevan, Zerdüşt, Mani, Hürmüz ve onların sonrasında bugün Kürdistan’da var olan Rêya Heqîyê, Yaresan/Kakayi, Êzdîyatî, Dürzi, gibi inançlarda yaşatılıyor.
Bu inançlar yaşadıkları süreçte; kendilerinden sonra yaşama sokulan, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıktan derinlikli etkilendiler ya da etkilediler. Dinler, inançlar, kültürler arasında geçişkenlikler yaşandı.
Bu etkilenişler olumlu ve olumsuz dönüşümler sağladı.
Dinlerin, siyasetin aracı durumuna getirilmesi, aynı zamanda onun insani ve doğal içeriğinden, iktidar ve devlet üzerinden boşaltılmasıdır.
Özgün tarih açısından örneklendirirsek; Mihtra inancı geleneği, Safevi devleti tarafından Zerdüşt sonrasında devlet dini moduna alındı, küçüldü, bölündü, çözüldü çörütüldü. İnsani olmaktan uzaklaştırıldı.
Önce Mani, sonra Hürmüz; “Mihtra, Zerevan, Zerdüşt inancı, tabiat dinidir. İktidar dini olamaz!” tepkisi ile iktidarlaştırılan dine, muhalif inancı ile tabiatı ve insani değerleri kutsayan yönü olarak, özellikle Medya coğrafyasında (Ermeni platosu, Kürdistan coğrafyası ve Persiyada) varlığını sürdürdü.
Rêya Heqîyê inancının da arkaik bir zinciri olan Hürmüzler, İslamiyet’in ortaya çıkışının aynı yüzyılda ve en “Altın Çağı”nda, 669 yılında, Orta ve Yukarı Mezopotamya’da iki koldan saldırıldı. Bu Mihtra inancına karşı İslam Ordularının ilk büyük saldırısı idi.
Rêya Heqîyê’yi de içinde değerlendirebileceğimiz “Tabiat ve insan kutsaldır” diyen Hürmüz inancına, ilk kapsamlı saldırısı, “Hazret” olarak adlandırılan İslam lideri Muhammed’in eniştesi ve halifesi olacak Ali ve Ali’nin eniştesi Ömer komutasında gerçekleşmiştir. O saldırı, esasta bugünkü IŞİD’ten farksız olan ve Kürdler üzerinde uygulanır oldu.
Ali’ye bağlı Arap orduları, Habur’dan Şehrizor’a kadar saldırdı. onbinlerce Hürmüz öldürüldü, Ömer’e bağlı birlik ise Habur’dan Semsur (Adıyaman)’a kadar saldırdı, 100 bin insan da bu hatta öldürüldü. Kürdler esir alınarak İslamiyet zorla Kürdlere kabul ettirildi.
Ali’nin yönettiği o saldırılarda, onbinlerce Hürmüz Kürd’ü öldürülürken, tıpkı bugünkü IŞİD misali gerçekleştirildiğini en iyi Baba Tahiri Uryan’a ait olduğu söylenen şu şiirde belirtir:
“Hurmuzgah ruman
Agiran Kujan,
Hoşan şareve gewre geregan,
Zorkeri Areb kirdine Habur
Gihane pala pêşe Şarizor
Jin û kenikan ve dil beşînan
Merdi aza dilên ji rûye hevînan
Rewişt maye bêdest
Bizika nakit Hurmuz ve hiç kes!”(Sal: 669)( Baba Tahiri Uryan)
İslam şiddetinin tarz ve metodu, içerik olarak aynıdır. Tek fark, dönem değişikliği ile teknolojik farklılıklar ve küresel güçlerin de devreye sokulmuş vaziyette, taraftarların cepheleşen dengelerini gözeterek sürdürür olmalarıdır. İktidar uğruna alıkoyma aynı tarzda işlevlidir.
İslamiyet’in ruhundaki şiddetin sonucudur ki, İslamiyet’in en “Altın Çağı”nda biliyoruz ki Ali, Ömer ve Osman, Muhammed’in halifeleri idi ve İslam’ın bu çağında İslam şiddetinin sonunda kendileri ve çevreleriyle birlikte şiddetin kurbanı olmuş, can vermişlerdir. Kendi içinde iktidar hesaplaşması ile İmamların nerede ise tamamı iç şiddet neticesinde, adeta İslami metod ile öldürülmüşlerdir. İslam’da barış görülmemiştir. Bu şiddet Osmanlı İmparatorluğu’na geçen halifelikle de sürdürülmüştür. Bu da ayrıca göstermektedir ki, İslamiyet’te yayılma ve hâkimiyetin biricik aracı savaş ve şiddet olmuştur. Barış ise sadece bayramlarda iç sorunlarındaki şiddeti birazcık olsun düşürmek için kullanılan, ihtiyacın dayattığı bir gelenek olmuştur ki, onu da “Kurban Bayramı”nda, insanlara dönük şiddetin yolunu, yılda üç günlük gibi bir süreliğine hayvanlara çevirerek, başka bir tarzda şiddeti yaşatarak sığdırmışlardır.
İslamiyet, kendi dışındakilerine, şiddetin hep yeniden gündemleştirilmesi şeklinde işlemiştir. Siyasal İslamiyet, dışındaki inançlara ve bu arada Rêya Heqîyê inancına da karşı gerçekleşmiş bir şiddet tarihidir.
Kürdler, esas olarak şiddet ve zor yolu ile Müslümanlaştırılmıştır.
Bu katliama karşı koyup kendisini koruyan Rêya Heqîyê, Yaresan/Kakai, Êzdiyati, Durzi, Enel Haq inançları bazı aşınmalar yaşasa da kendini koruyarak bugüne varlıklarını vardırabilen inançlardır.
Bu inançların özellikle Kürdler içinde, kendilerini var etmiş olmaları da ayrıca incelenmesi gereken bir durumdur.
İran’da, Zerdüştlüğü resmi din haline getiren devlet, daha sonra İslamiyet’i kabul etti, hatta ilkin İslamiyet’in Sünni mezhebini kabul etti. 1427 yıllından sonra ise Fars olan Şah Ali liderliğindeki Erdebil Tekkesi, İran’da iktidarda etkin olmaya başladı.
1501, Şah İsmail’in Tebriz’i fethiyle birlikte İran’da Safavi hakimiyeti başlamıştır. Bu dönemde, İran’da Şialığın 12 İmam (Caferi) kolu hakim olmuştur. Bu, aynı zamanda, Osmanlı ve İran İmparatorlukları arasında, savaşın kızışması döneminin başlaması idi.
Bu dönem Rêya Heqîyê inancına karşı ikinci büyük saldırı, Osmanlı Devleti tarafından gerçekleşmiştir. O saldırılar da bugünkü IŞİD saldırılarından farksız olmuştur.
Rêya Heqîyê inançlılar, İslam Sünni Osmanlı İmparatorluğu’nun saldırıları karşısında, İslam Şia İran İmparatorluğuna, sığınmaya çalışır. İslam Şia İran İmparatorluğunun, Osmanlıyla çelişkisine rağmen Rêya Heqîyê inançlılara kapıları açmaz “Siz, İslama karşı geldiniz. Sığınmanız için İslam ve hatta Şia olmanız gerekir!” şartı ile karşılaşırlar. Pir Sultan Abdal’ın “Açılın kapılar Şaha gidelim” yalvarışları işe yaramaz. Zor ve şiddet karşısında canlarını kurtarmak üzere bu dayatmayı kabul ederler, teslim olurlar. İslamiyeti sözde kabulleri ile “rafızı” durumuna düşerler.
O tarihe kadar, Halife Ali ve 12 İmam ritüelleri Rêya Heqîyê inançlıları da olmadığı halde, ataları ve inançlarından olan onbinlerce insanı öldüren halife Ali’yi bile kutsar olurlar. Ali’yi, Şia üzerinden tabu ederler. O güne kadar, Rêya Heqîyê inançlı şairlerinin dilinden ve bilgisinde olmayan Ali ve 12 İmamlar için övücü şiirler yazarlar. İdol belledikleri; “Yedi Ulu Ozan(Şah İsmail/Şah Hatayı, Nesimi, Virani, Yemeni, Pir Sultan Abdal, Fuzuli, Kul Himmet)”, “döndükten sonra” Rêya Heqîyê inançlılar içinde, Şialığın, Ali’nin ve 12 İmam’ın propaganda araçları ve yayıcıları olurlar. Taraftarları onları, “dönek” diye eleştirir. Pir Sultan Abdal başta olmak üzere, onlar, kendilerinin dönekleşmediğini ve “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” şiirleri, sazları eşliğinde okuyarak, eski itibarlarını korumaya çalıştılar.
Osmanlı imparatorluğu için aynı zamanda Rêya Heqîyê inançlıları da dahil olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğuna biat etmeyen her muhalif kesim, «Rafızi» (özü sözü bir olmayan) veya “Kızılbaş” olarak aşağılarcasına isimlendirmiş oldular.
Rêya Heqîyê inançlılara karşı üçüncü büyük saldırı; İttihat ve Terakki(1880-1918) dönem ve sonrasında sistemleşti. Bu dönemde, Türk ve Müslüman olmayan herkes, Yakın Doğu’dan sürülecek ya da katledilecekti. Başta Hıristiyan toplumlar olmak üzere, tüm İslam olmayanlar sürülüp soykırıma uğratılacak, sadece Türk ve İslam toplum bırakılacaktı. Bu dönemde, Rêya Heqîyê inançlıları da dahil olmak üzere; Bektaşi, Nusayri gibi inançlılara katarak tamamı “Alevi” şeklinde isimlendirildi.
Aynı dönemde İttihat ve Terakki iktidarı; “Türk millet yaratmak” üzere, sistemli bir soykırım politikası uyguladı ki, bu bugünkü IŞİD’in yaptıklarının benzeri bir politika ve uygulama idi.
Rêya Heqîyê inancına karşı dördüncü büyük saldırı ise; 1919-1938’de, M. Kemal önderliğindeki Türk devleti, oluşturduğu resmi ideoloji ile Kürd ve “Alevi” dedikleri aidiyete karşı gerçekleştirdi ve sürekli sürdürülür bir politika olarak aktüel kılındı. Bu da nüans farklarla, bugünkü IŞİD’in yaptıklarından farksız bir durum olarak sürdürüle geldi.
Tüm bu yaşanmış tarih, siyasal İslamiyet ideolojisinin, kin ve nefretinin hedefi olmuş, Rêya Heqîyê inancındaki insanların, din temelli “suskun savunması” bile, kendilerine hep soykırım olarak yaşatılmıştır.
Bugün de gerek “insanı kutsal sayan ve kıblesi yapan”, Rêya Heqîyê inançlılarının, tıpkı Şengal’de, Musul’da Hıristiyan ve laik topluluklara karşı IŞİD’in ya da siyasal İslamiyet’in norm ve ideolojisi ile yöneltilen şiddetin, Rêya Heqîyê inançlılara yönelme ihtimali güçlü verilerle doludur.
Bu açıdan, Kürd siyasal sınıfının, ulusal kurtuluş mücadelesini sürdürürken, içindeki farklı din ve inançtan insanların özgürce kendi etnik, dini kültürleri ile yaşamalarını sağlayacak, güvenceler ortaya koyacak, özenli davranışlarını göstermeleri önemlidir.
Kürd hareketinde, kırk yıldır gözlemlediğimiz, bir durum var ki; İslamcı kesimde din söylemi yükseldiği oranda Rêya Heqîyê inançlılar, aynı oranda güvensizlik duymuş ve Kürd hareketinden uzaklaşmayı tercih etmiş ve savrulmuşlardır.
Rêya Heqîyê inancının, devletin şemsiyesine katılarak korunmaları, maaş almayı düşünmeleri, zorunlu din dersine tepki koymamaları, Cemevleri, hatta Pir Sultan Abdal dernek ve vakıfları üzerinden, Türk ve Türkçülük siyaseti yapılmakta, Türk kurumları olarak şekillendirilirken, eleştirmekten itina etmeleri, zayıflıklarını ortaya koymaktadır.
“Teslimiyet” anlamına gelen İslam ya da Müslüman kavramları, İslam’a teslim olmak, insani değerleri önemseyen Rêya Heqîyê ve diğer Mecusi inançların asimilasyona tabi tutulur olması, insanlığın şiddet karşısında sinmesi, erimesi anlamını içerir.
Kürd halkı, çok dinli, farklı farklı inançları olan bir millettir. Bu nedenle huzuru için, laik bir halk olmak durumundadır.
Şiddetten korunması ve iç birliğini sağlaması için millet olarak birleşip, ulusal kurtuluş mücadelesini verirken, içindeki farklılıkları, İslam’ın şiddetinden korumak, öncelikle Müslüman Kürdlere düşmektedir.
Müslüman Kürdlerin, Şengal’de karşılaşılan trajediye el birliği ile eksiklikleri olmakla birlikte, sahip çıkmaları, büyük erdemlilik idi.
Bu tutumun Kürdistan sathında, hatta diğer ülke ve topluluklarda, tüm inançlara ve farklı etnisitelere karşı gösterilmesi önemli bir güven tesisidir. Êzîdîler ve Rêya Heqîyêliler, bu güvenli eli tutmaktan başka çareleri yoktur. Kürdler ya da diğer topluluklar, farklı dini ve kimlikleri ile birliklerini sürdürdükleri oranda, huzurlu yaşamı yakalayabilirler.
Medeni dünyanın, bu arada Kürdlerin mücadelesi, Yahudilik ve Hıristiyanlığın çözüldüğü gibi, bilim ve bilginin gelişmesi ile siyasal İslamiyetin şiddetinin de çözülerek, laik bir siyasal ortama evirilmeyi sağlayacaktır. Demokrasinin yerleşmesi, insanlık duruşunun ve ilerleyişinin sürdürebileceği modern toplumu inşa edecek yol budur.
Din Siyasetten Uzak Olursa; Çok İnançlılık,  
Kavganın Değil, Hoşgörünün Sebebi Olur
Kürdler, çok dinli, çok kültürlü, çok lehçeli, çok parçalı, çok bölgeli bir ulus halktır. Bu çokluklu oluş, eğer hoşgörü ile değerlendirilirse, olumlu gelişmelere de vesile olacak... Misal: Yahudi Kürdler, Yaresan/Kakayi Kürdler, Müslüman Kürdler, Hıristiyan Kürdler, Şebek Şia Kürdleri, Êzidi Kürdler, Zerdüşti Kürdler, Rêya Heqîyê inancında Kürdleri, Ateist Kürdler ve daha başka başka inançtan Kürdler var. Tamamı kendi inancını özgürce yaşayabilir. Din siyasetten uzak olursa, çok inançlılık,  kavganın değil, hoş görünün sebebi olur.
Kaldı ki, bu çok dinlilik, bizi laik olmaya daha çok ihtiyaçlı kılmışken, farklılıklarla yaşamaya alıştırıp eğitirken, demokrasi kültürünü içselleştirip sağlıklı bir toplum olmamızı sağlar. Bu bizi kökten dincilik marazilerinden, şiddetten uzak tutar.
Ahmet ÖNAL

Kurmanclar Kürt müdür?

Fuat Söylemez*
Modern Kürt tarihçi Mehrdad İzady Kürtler adlı kitabında, Kürtler köken itibari ile bir tek halkın değil, Kürdistan’a göç etmiş birçok antik halkın ortak soyunu temsil etmektedir diye yazar. Kürt/Kürtler kim sorusu hakkında birçok makale tarihi referanslarla tasnif ve tanımlanmış olmakla birlikte zihinleri kurcalayan bazı karanlık noktaların halen güncelliğini koruduğunu görüyoruz. Bu makalenin amacı kavram kargaşasına neden olmuş ve zihinlerde yer etmiş bulanıklığa tarihi perspektiften alternatif bir bakış sergilemektir.
Tarih okumalarımdan anladığım Kürt kavramının kök bir kavram olduğu ve İranik halkları tanımladığı şeklindedir. İranik halklar ve İranik diller şeklinde tasnif edilen ve tanımlananın aslında Kürt halkları ve Kürt dilleri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Kürt, kök bir kavram olarak Slav, German, Roman (Latin), Sami vb. örneklerinde olduğu gibi bu kavramlara eş değer bir anlam çerçevesinde değerlendirilmelidir. Antropolojik tasniflerde linguistik tasnif başat rol oynasa da fiziksel, kültürel antropoloji ile birlikte arkeolojik çalışmalar da tarih yazımında ve tanımlamalarda önemli rol oynar.Antik çağlarda tanımlamaların kökeninin ekseriyetle coğrafya veya aristokrasi (haneden) olduğu açıktır. Henüz ulus devletlerin olmadığı ve toplulukların kabileler şeklinde örgütlendiği kadim zamanlarda isimlendirmelerin coğrafya veya siyasal anlamda hükmeden/hüküm sahibi hanedanlıklara atıf yapılarak kavramsallaştırılmasının dönemin sosyo-kültürel iklimine uygun bir yaklaşım olduğunu söylemek mümkündür.
Bahsedilen tarihsel süreçte, hanedanlık ve/veya dönemin aristokrasisine bağlı gerek aşiret düzeyinde gerekse aşiretler federasyonu şeklinde örgütlenmiş daha büyük organizasyonların (beylik, kraliyet, imparatorluk) teb’ası tabi olduğu hanedanlık adıyla bilinir ve isimlendirme hanedanlık esas alınarak yapılırdı. Osmanlı İmparatorluğu örneğinde olduğu gibi Osmanoğullarının teb’asını ifade etmek için Osmanlılar denmesindeki espri diğer halklar içinde geçerlidir.
Coğrafi anlamda tanımlamalar ise Media, Mezopotomya, Arabia, Anatolia vb. örneklerle gösterebiliriz. Bu kavramların belli bir coğrafyada yaşayan halkın ya da halkların coğrafi ve kültürel bir aidiyetine tekabül ettiği yalın bir gerçekliktir. İbni Haldun tasnif ve tanımlamalarını bu iki esas üzerinden yapmıştır.
Bu girizgahtan sonra neden İrani halklar yerine Kürdi halklar denilmesi gerektiğini aşağıda maddeler halinde açıklamaya çalışacağım.
1- 1925 yılında İngilizlerin desteğiyle iktidara gelen Rıza Han, ismini değiştirerek Şah Rıza Pehlevi adı almış ve 1935 yılında ülkesinin adını yoğun itirazlara rağmen İran Cumhuriyeti yapmıştır. Neden İran?
İran, Aryan kavramından mülhem modern İran devletinin devlet adı olarak seçtiği ve halen kullanılan kavramdır. Aryan, Vedik Dönem’de Hindistan’ın Āryāvarta olarak adlandırılan bölgesine yerleşmiş, antik Hint-Avrupa dil ailesine dahil diller konuşan etnik grubu ve bu bölgeyi tanımlamak için günümüzde kullanılan bir ifadedir. Bu topluluklar yüzyıllarca bölge toplumları üzerinde aristokratik bir sınıf olarak hüküm sürmüşlerdir.
Aryan Sanskritçe “asil” veya “onurlu” anlamındaki “Ārya” kelimesinden türetilmiş bir sözcüktür. Büyük oranda Proto-Hindu-İranlıların etnik olarak kendilerini tanımlama amacıyla kullanılmak üzere var olmuştur.
19’uncu yüzyılda, Hint-İranlılar, Hint-Avrupa dillerini konuştukları bilinen en eski insanlardı. Aryan kelimesi sadece Hint-İranlıları ifade etmek için değil aynı zamanda Hint-Avrupa dil ailesinden olan dilleri konuşanları da ifade edecek şekilde kullanılmaya başlandı. Ancak bugün için Aryan tanımlamasının o çağlarda bile ırksal değil, dini, kültürel ve dille ilgili bir tanımlama olduğunu kabul edilmektedir.
2- Antik İran tarihinin kavşak noktalarından biri de Med İmparatorluğu’nun bir saray darbesiyle iktidarını ele geçiren Pers hanedanlığına dönüşmesidir. Med İmparatorluğu aşiretler konfederasyonu şeklinde örgütlenmiş bir yapıdır. Antik Yunan tarihçi Heredot eserinde şöyle yazar, “Deiokes’in hükmü altında toplananlar yalnız Media ahalisiydi; Medler çeşitli boylardan oluşmuştu: Buslar, Paretakenler, Strukhatlar, Arizantlar, Budiler ve Maglar.”
Saray darbesi dediğimiz olayı Heredot’un ismini zikrettiği veya ismi zikredilmeyen aşiretlerden birinin iktidarı silah zoruyla ele geçirmesi şeklinde okumak gerekir. Gerçekte Medlerle Persler arasında bir savaş yoktur. İktidarın el değiştirmesi ve başka bir hanedanın iktidara sahip olup imparatorluğu genişletmesi şeklinde yorumlamak daha doğru olacaktır. Bu şekilde düşünmek için elimizde yeterince kanıt var.
Heredot aynı eserinde, “Medlerle Persler kesinlikle aynı aletlere sahip ve Medlerle Perslerin olağan giyimleri gerçekten birbirinden farksız” derken arkeolojik kazılarda da bu durumu pekiştiren bulgular mevcuttur.
Yunanlar bu halkın yaşadığı bölgeye Medya adını vermişler. Medler ilk kez Asur Kralı III. Salmaneser’in dönemindeki (M.Ö. 858-824) yazılarda “Mada” adı ile kaydedilmişler. Medya burada da coğrafi bir tanımlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Tabii bu coğrafi tanımlamanın aşiretin iktidar sahibi olmasıyla hükümranlığa atıfla Medlerin ülkesi anlamında kullanıldığı gerçeğini ıskalamamak lazım.
Magların Mad (Med), Paretakenlerin Pars (Pers) olma ihtimalini de düşünmek gerekir. Nihayetinde federasyonun bir unsuru olan Pers (Ahamenişler) aşiretinin iktidarı zorla ele geçirdiği ve bir müddet iktidarı Medlerle paylaştığı doğru bir yorumlamayla anlaşılmaktadır. Bu iki Kürt aşireti arasında kız alıp vermeye dayalı akrabalık ilişkileri haricinde iktidarı paylaşmak da tarihi referanslarla sabittir. Nitekim M.Ö. 550 yılında, Büyük Kiros’un dedesi Med Kralı Astiages’i yenmesi sonucunda Kiros, Ahamenişleri Med İmparatorluğu’na şerik yapmıştır. Bir dönem Med-Pers İmparatorluğu şeklinde devam etmişse de Kiros’un saray darbesiyle, siyasal otorite ilk defa güneybatı İran’da yoğunlaşan Pers aristokrasisinin eline geçer ve kısa bir süre sonra M.Ö. 550’li yıllarda güçlü ve merkezi bir Pers İmparatorluğu’nun temelleri atılır.
3- Pers kavramının etimolojik kökeni hakkında elimizde yeterli veri olmamakla beraber Ahameniş hanedanının kurucu kralı Kiros (Cyros) isminin form değiştirmiş şekli olabileceği gibi, Parsi kavramının Kurmanca ve Zazacadaki anlamları esas alındığında toplamak, dilenmek gibi anlamlar ihtiva etmesinden hareketle göçebe anlamına da gelebileceğini söylemek mümkündür. Bilemiyorum.
4- Pers İmparatorluğu’nun resmi dili Daricedir. Dariler Afganistan’da en büyük nüfus oranına sahip Peştunlardan sonra ikinci büyük nüfusu oluşturan ve Afganistan Farsçası konuştukları söylenen bir halktır. Gerçekte hanedanlığa izafeten hâlâ yanlış olarak kullanılmaya devam eden Persçe dilinin Darice olduğudur. Tacikce ve Farsça Darice ağızlarıdır. Med İmparatorluğu’nun resmi dilinin de Darice olduğu göz önüne alındığında iktidarın hanedana göre değiştiği bunun teba aşiretlere yansımasının dönem itibariyle çok önemli olmadığını söyleyebiliriz. En nihayetinde antik dönemde İranik (Kürt) dilleri arasında bu kadar fark yoktu.
5- 13’üncü yüzyılda yaşayan Ermeni tarihçi Heyton (Hethum) şöyle der: “Sonunda Araplar Mısır’ın yönetimini kaybettiler ve Medler ‘ki onlara Kürtler deniliyordu’ Mısır’a egemen oldular.” Mısır’a egemen olan gücün Pers Kralı Kambises olduğunu biliyoruz. Heyton’un kast ettiğinin de hanedanlık olmadığı başka milletlerce bilinen ve tanımlanan halk olduğu açıktır. İktidarın başka bir hanedanlığa dönüşmesi ve devletin hanedanlık adıyla resmileştirilmesi ile ‘millet/halk’ın bilinen ismini karıştırmamak en doğru tavır olacaktır.
6- Tevrat’ta Medlerle ilgili bölümler vardır. Tevrat’ta Josephus Medler ile ilişkilidir. (Tev. Madai) Japheth’in oğlu Madai Tevrat’ta bulunan bir kişiliktir. “Şimdi Grekler tarafından Media olarak anılan, Madeanlardan gelen Madai’den Japhet’in oğulları olan Javan ve Madai”şeklinde ifade edilmiştir.
7- Firdevsi Şehname’sinde Demirci Kawa adıyla bir destan anlatır. Halen tarihi kaynaklarda bu mitolojik öykünün Pers mitolojisi olduğuna dair yaygın bir kanı olmasıyla beraber hikayenin bir de Kürt versiyonu olduğu şeklinde yazılara rastlıyoruz. Oysa mitolojik öykü bir Kürt destanıdır. Pers ve Med’in (Kürt) Asur’a karşı ayaklanması ve zalim olarak bilinen Asur kralının yenilgiyle sonuçlanan öyküsüdür anlatılan.
Kürtlerin (İranik halklar) ateş ve ışığa atfettiği kutsallık ve demir gibi bir madenin ateşle dövülmesinden elde edilen güç, kuvvet, mitolojik öykünün anahtar sembolleridir. Buna göre Demirci Kawa gücü elinde bulunduran bir Pers-Med kralını sembolize etmektedir. Bu mitolojik destan, Pers, Med fark etmeksizin tüm Kürtlerin ortak tarihi mirası kabul edilir.
8- Günümüzde kendilerini Kürt olarak tanımlayan ve Kürdistan ismiyle ortak bir coğrafyada kümelenmiş Kurmanc, Soran, Goran ve Zazaların coğrafi bir bütünlük içerisinde kendilerini kök kavramla ifade etmeleri ve bu anlamda siyasallaşmaları merkez çeper ilişkisinin çeşitli parametreleri açısından değerlendirildiğinde anlam kazanır. Diğer taraftan bahsettiğim coğrafi bütünlük içerisinde olmayan başka çeper İranik halkların da kendilerini Kürt olarak tanımladığına tanık oluyoruz.
Kürdistan olarak tarif edilen coğrafyasıyla bir illiyeti bulunmayan Afganistan coğrafyasının asli ve nüfus olarak en büyük etnisiteye sahip halkı Peştular kendilerini kök kavram olarak Kürtlükle tanımlarlar. Bir vesileyle tanıştığım bir Peştun özetle bana şunları söylemişti, “Ben Kürdüm, Afganistan’ın dört şehri Kürt şehridir. Başkent Kabul (Kabil)bir Kürt şehridir”.
Aynı şekilde İran’ın güneydoğusu ile Afganistan ve Pakistan’da olmak üzere üç parçaya bölünmüş Beluciler Kürt olduklarını iddia ederler. Kurdgalname 1659/1660 yıllarında Axwend Mehemed Salih Zengene Beluc tarafından kaleme alınmıştır. Bu kitap aslen Kürt ırkından olan Belucilerin tarihini irdeliyor. Mir Nesirxan kitaba yazdığı önsözde “Kurdgalname, tarihçi Axwend Mehemed Salih Kurdi Zengene Beluc tarafından 1659 yılında yazılmıştır.” diyor. Yazar kitabın birinci bölümünde kendi aslını Kürt Zengene aşiretine bağlıyor. Zengeneler de Bud aşiretinin bir kabilesidir. Ayrıca yazar Braxoyi Kürtleriyle olan akrabalığını gündeme getiriyor. Yazar bu iki kabileyi Bud’un iki oğluna “Braxim” ve “Zengan”a bağlıyor. Bud’un kendisi ise Med Kral’ının yedinci oğluydu.
Bahsettiğim iki etnisitenin de Kürdistan coğrafyasıyla komşuluğu dahi yoktur.
9- Öte taraftan Baxtiyarilerin (Loriler) Kürdistan coğrafyasıyla bir komşuluğu mevcuttur. Loriler de halen kendilerini Kürt tanımlarlar.
15’inci yüzyıllarda yazılmış olan Arapça ve Farsça kaynaklarda açık bir biçimde ‘Lur Kürdleri’nden ve yaşadıkları ‘Lûrîstân’ coğrafyasından söz edilmektedir. Birkaç örneğe baktığımızda; El-Istahri’nin milâdî 919 yılında yazmış olduğu “el-Ekalim (İklimler)” kitabında ‘Lor-el-Lor’ adında bir kentin bulunduğu yazılmıştır. İbn Belhi (?-1118), “Farsname”sinde “Lorlar: Zübde it-Tevârih’te Loristan hakkında şöyle denilir: Orda bir köy var ki Kürdtür, Kürdler yaşar ve dilleri Kürdçedir. Bunlara Lor denilir”. İbn el-Esîr “el-Kamil fî l-tarîx”te, Huzistan bölgesindeki “el-ekrad el-lur/Lur Kürdleri”nden söz eder. Yakut El Hamavi, “Mu‘em el-Buldan”da açık bir biçimde İsfahan ve Huzistan arasında yaşayan ‘Lur’ları Kürd olarak belirtir. Mesudî de, “Muruc el-Zeheb”te Lurları Kürd olarak tanımlar.
10- Tüm bu merkez çeper diyalektiğinde dikkatimi çeken husus din ve/veya mezhep farklılığının oynadığı rolün oldukça belirleyici olduğu gerçeğidir.
Merkez, Pers hanedanlığı üzerinden bir Parsi millet yaratmış ve üzerine Şia milliyetçiliği sosuyla tarihsel süreç içerisinde kök kavramı unutturmayı başarmıştır. Çeperde kalan görece dağlı akraba halklar ise resmi ideolojinin kapsama alanına girmemiş ve kök kavramı olduğu gibi muhafaza edilmiştir. Diğer taraftan mezhep olarak da Şiiliğin etkisine girmemiş Peştu ve Beluclar İslam’ın Sünni yorumunu benimsemiş olmakla merkeze karşı bir direnç oluşturmuş ve kök ile aralarına mesafe koyacak yapılanmalardan uzak kalmışlardır. Şehirleşme, devletleşme gibi modern organizasyonlardan uzak kalma daima eskinin otantik formuyla varlığını devam ettirmesini sağlayan en önemli etkendir. Loriler ise kadim inanışları ehli hak sayesinde merkezin ideolojik yapısına eklemlenmemiş ve asimile olmamışlardır.
Bahsettiğim inanç temelli şekillenmenin ne kadar güçlü olduğunu görmek için bir kısım Dersimli Zaza Kürdü’nün kendilerini sadece Alevi tanımlamasıyla ifade ettikleri örneğinde görmek mümkündür. Benzer şekilde yine bir kısım Ezidi Kurmanc Kürd’ünün kendilerini sadece Ezidi olarak tanımladıkları ve etnisite vurgusundan bilhassa kaçındıkları sosyolojik bir vak’adır.
Açıktır ki İslam’ın İran coğrafyasında hakim olmaya başlamasıyla birlikte (Sasanilerin yıkılışı) katalizör etkisiyle farkılıklar keskinleşmiş ve tanımlamalar buna göre şekillenmeye başlamıştır.
11- Diğer önemli bir faktör ise Kürt/İran kültürel havzasında aristokrasiye atfedilen önemdir. Gerek makro anlamda bir hanedana veya aşirete olan bağlılık gerekse mikro anlamda soy bağına atıfla soylu ailelerin şeyh, bey sıfatlı aristokrat aile veya aşiret ismiyle kendilerini tanımlarken tebayı/halkı Kürt olarak tanımlamalarından kaynaklı bir duruma da işaret etmek meselenin özünü anlama açısından faydalı olacaktır. Günümüzde hâlâ bunun izlerini görmek mümkündür. Aristokrat bir ailenin tebayla aynılaşmamak için tanımlamalarında kendisine ayrıcalık izafe eden sıfatla tanımlarken, tebaya Kürt denmesi ile Pers hanedanının veya diğer hanedanlıkların kendilerini kök kavramdan azade görmeleri arasında hiçbir fark yoktur esasında.
12- Güncel bir örnekle devam edelim.Hırvat ve Rus tarihçiler, Hırvat halkının Kürt kökenli olduğunu iddia etmektedir. Moskova Lingivistik Üniversitesi Bölgesel Problemler Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Vadim Makarenko, “Günümüzde Hırvatlar ve Kürtler aynı halkın çocuklarıdır” dedi. Gen araştırmaları, Hırvatların  yüzde 83’ünün DNA olarak Kürdistan kökenli olduğunu ortaya koyuyor.
1998 yılında Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de “Hırvatların eski İran kökleri” başlıklı sempozyumda birçok akademisyen tarafından Hırvatların Slavlardan farklılığı ve İrani-Kürdi kökenleri üzerinde duruldu. Prof. Dr. Makarenko “her iki halkın dilinde ortak köklere sahip üç bin kadar kelime var” demiştir.
Hırvatların Kürt olması Zaza veya Kurmanc olduğu anlamına gelmez. Parslerin Dari kökleri itibariyle denklemi kurmak gerekirse Darilerin de Kürt olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalırız. Bu durumda, Hırvatların Oset, Peştun, Dari, Beluci, Mazenderani, Baxtiyari vs. etnisitelerinden hangisine mensup olduklarından ziyade antik dönemde coğrafyayı terk etmiş şahıs veya halkların kendilerini proto bir kavram olan Kürtlükle tanımlamalarıdır esas olan. Bu tıpkı Kafkasya’dan göç veya sürgün yoluyla Anadolu’ya gelmiş tüm Kafkas halklarının Çerkez olarak isimlendirilmesi veya yine Türkiye’de mukim Pomakların Slav olması gibi örneklerle açıklanabilir bir durumdur.
13- Kürt kavramının etimolojik ve tarihsel anlamlarıyla ilgili çeşitli teoriler vardır. Kürt ismiyle benzerlik gösteren “Kardaka” ismi, M.Ö. 2000 yılına tarihlenen Sümer tabletlerinde Kar-da-ka adlı bir ülke ismi olarak geçiyor. Akkad ve Asurcada Kardu’nun “güçlü, kahraman”, Karadu’nun ise “kuvvetli olmak” anlamına geldiği rivayet edilir.
Mehrdad Izady, “Bugün yaşadıkları ülkenin yerli halkı olan Kürtlerin tarihi hakkında bir ‘başlangıç’ yoktur. Kürtler ve tarihleri, binlerce yıllık kesintisiz içsel evrimin, ülkelerine dağınık biçimde gelen halkların ve düşüncelerinin asimile edilmesinin ürünüdür. Kürtler kültürel ve genetik olarak, tarih boyunca gelip Kürdistan’a yerleşmiş tek bir halkın değil, tüm halkların torunlarıdır. Hurri, Guti, Kurti, Kaldi, Mard, Zela, Karduçi ya da Ari Medleri, Sagartyanlar, Mitanniler ve Kasitler gibi halklar tek başlarına Kürtlerin atasını ve onların kültürünü değil, yalnızca topyekun bir atayı temsil ederler” şeklinde yazar.
Izady, Yunanlı general ve tarihçi Ksenophon’un (M.Ö. 400) Onbinlerin Dönüşü (Anabsis) adlı eserinde bahsettiği Kardko halkının, yerli halkların ve göçebe halkların tamamen kaynaşıp homojenleşmiş Kürt halkı olduğunu savunur.
Ksenophon’a göre Kardko halkı, Pers Ahameni İmparatorluğu’nun tam ortasında yaşamalarına rağmen “onların tamamen bağımsız olduklarını ve Pers krallarına biat etmediklerini” belirtir.
14- Coğrafyacı ve tarihçi Strabo M.Ö. 3.yy’de Tarihsel Göçler adlı kitabında şöyle yazar: “Persis (güneybatı İran) Kurtioileri ve Armenia (modern Türkiye’deki kuzey-orta Kürdistan) Mardları aynı ismi kullanmaktadırlar ve aynı karaktere sahiptirler.” Strabo’nun diğer anlatımlarından, klasik dönemin sonunda Kurd olarak adlandırılan Kürtlerin daha o zamanlar Anadolu, Ermenistan, Kuzey Suriye, Irak topraklarında, Batı ve Güneybatı İran’ın geniş bölgelerinde var olduklarını öğreniyoruz.
15- İslam ansiklopedisinde Kürtler ile ilgili maddede İran coğrafyasına Arap istilaları ile birlikte Ekrad (Kürtler) tabiri ile İrani ve İranlılaştırılmış kabileleri/halkları ifade ettiği, bu anlamda tüm İranik halklara Araplar tarafından Ekrad (Kürtler) denildiği yazılıdır.
16- Bu makale antropolojik bir kazı çalışması olmakla birlikte Kürt ve Kürdistan kavramlarının güncel politik eksende neye tekabül ettiğini belirtmeden de geçmeyelim.
Günümüz ulus devletleri arasında kendilerini kök kavramla isimlendiren devletler mevcuttur. Germany, German ırkından mülhem bir isimlendirmeye örnektir. Almanlar Germany yerine Bavyera devleti ismini seçseydi kim ne diyebilirdi? Veya Hollandalılar kendi ulus devletlerine pekala Germany ismini uygun görebilirlerdi. Keza Slovenya ve Slovakya Slav köklere birer göndermedir. Romanya ise Roman (Latin) köklerden mülhem modern bir ulus devlettir.
Bu anlamda bazı İranik (Kürdi) halkların modern bir ulus devlet inşa etme sürecinde isimlendirmeyi kök kavrama atıfla seçmeleri ve kullanıma sokmaları politik bir tercihtir. Hiçbir ulus devlet, etnik anlamda homojen değildir. Kurmancistan veya Barzanistan yerine Kürdistan kavramsallaştırmasının kapsayıcılığı ve Kürt kavramının ‘kök’e atıfla çatı kavram olmasına rağmen çeşitli mecralardaki kavram kargaşasıyla beraber çıkan gereksiz polemiklerin, tarihi veriler ışığında doğru yorumlandığında ne kadar anlamsız olduğu açığa çıkacaktır.
Kürt kavramı proto etnik bir kavram olarak tüm İranik halkları kapsayan çatı ve kök bir kavramdır. Tüm Kürtler Kurmanc değildir ama tüm Kurmanclar Kürttür. Başlıktaki soru Zazalar Kürt değildir, Loriler Kürt değildir, Ezidiler Kürt değildir gibi kasıtlı ve manipülatif önermelere ironik bir karşı sorudur. Yukarıdaki açıklamalar ışığında açıkça ifade etmek gerekir ki Parsileri kazıdığımızda bile altından Kürt çıkar.