1915’te sürgün ve imha edilen Ermenilerin taşınır ve taşınmaz
mallarına “hukuk”un bütün araçları kullanılarak önce İttihat ve Terakki
(İT) iktidarının yayımladığı, daha sonra da Cumhuriyet dönemindeki
hükümetlerin miras aldığı Emval-i Metruke Kanunları ile nasıl el
konulduğunu ve dağıtıldığını Taner Akçam ile birlikte kaleme aldığımız
“Kanunların Ruhu: Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek”
başlıklı çalışmada tafsilatıyla ortaya koymuştuk. Emvali Metruke
Kanunları çerçevesinde çıkartılan bütün kanunlarda söz konusu mal ve
mülklerin Ermenilere ait olduğu ve bunların en azından değerlerinin
kendilerine teslim edileceği belirtilmesine rağmen türlü yollarla buna
engel olundu ve Ermenilerin maddi temelleri de ortadan kaldırılmak
suretiyle fiziksel imhaları tamamlandı. Bu kanunlar “sayesinde”
Ermeniler âdeta varlık durumunda yokluk durumuna düşürüldüler.
Lozan’da verilen söz
Ermenilere ait olduğu bilinen bu mallar “emval-i metruk” addedilip
Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan gelen muhacirler başta olmak üzere; yerel
eşraf ve mütegallibeye, İT döneminde birçok devlet kuruluşuna, orduya
ve Cumhuriyet rejimi dönemlerinde de yine devletin ve hükümetin
hizmetinde bulunan resmi çeşitli kuruluşlara ve kişilere Hazine ve
Maliye Bakanlığı tarafından dağıtıldı. Lozan’da Ermenilerin mallarını
iade edeceği sözünü veren yeni cumhuriyet vatandaşlık ve pasaport
kanunları gibi araçları kullanarak Türkiye sınırları dışında kalan
Osmanlı vatandaşı Ermenileri Türkiye’ye sokmayarak onların mallarına
Emval-i Metruke Kanunları ile el koyduktan sonra, bu malları açık
artırmayla sattı ve buradan gelen gelirleri 1928’de bütçeye irat olarak
kaydetti. Yine aynı tarihte hem İT, hem de kendi döneminde dağıttığı
taşınmaz Ermeni mallarını kullananlara tapular dağıttı.
Sözkonusu devasa mal ve mülkten ve bunun gaspından pek tabii
Ermenilerin tehciri ve imhası sürecinde doğrudan ve aktif görev alan bir
kısmı İT Umum-i Merkezi üyesi de olan birçok İttihatçı memur ve görevli
de faydalandı. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İT’nin
memleketi terk etmemiş olan çok sayıda mensubu, tehcir sırasında
işlediği suçlardan dolayı İstanbul’da kurulan divan-ı harplerde
yargılandılar. İT’nin savaştan hemen sonra Türkiye’yi terk ederek
Avrupa’ya kaçan önemli isimleri Talat, Said Halim ve Cemal Paşa, Dr.
Bahaeddin Şakir ile Cemal Azmi Beyler, Ermeniler tarafından girişilen ve
ismi “Nemesis” olan bir operasyon ile 1920 Haziranı ile 1922 Temmuzu
arasında öldürüldüler.
İstanbul’daki yargılamalar sonucu ise Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat
Mutasarrıfı Vekili Kemal Bey ve Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey ile
Erzincanlı otelci ve Erzincan Jandarma Dairesi Yazıcısı Hafız Abdullah
Avni idam edildiler. Ancak işin ilginç tarafı, söz konusu bu kişiler
daha sonra TBMM tarafından Haziran 1926’da çıkartılan özel bir kanunla
“milli kahraman” ilan edilip ailelerine Ermenilerden kalan “emval-i
metruke”den muhtelif mallar verildi ve maaş bağlandı.
220 adet belge
Biliyorum uzun bir girizgâh oldu. Gelelim bu uzun girişin muradı olan
kitaba. Murat Bardakçı, “Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi”nden altı yıl
sonra yine nedense sadece kendisinin ulaşabilme ehliyeti olduğu
İttihatçı liderlerin özel arşivlerine girerek yayımladığı ve içinde son
derece önemli belgelerin, yazışmaların olduğu “İttihatçı’nın Sandığı”
kitabını yayımladı. İş Bankası Yayınları’ndan çıkan kitabında
Bardakçı, aynı zamanda yukarıda belirttiğimiz Meclis kararıyla “milli
şehit” ilan edilen İttihatçı görevli ve memurlara tahsis edilen Ermeni
mallarıyla ilgili Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri’nde bulunan 19 adet
belgeyi de yayımladı. Arşiv evrakının ardından bir kısmı Bardakçı’nın
özel arşivinde bulunan, bazılarını da İttihatçı ailelerden temin ettiği
198 belge olmak üzere toplamda 220 adet belgeden müteşekkil bir kitaptan
bahsediyoruz.
Kitabın ikinci bölümünde yer alan yazışmaların ileriki dönemde son
derece önemli çalışmalara kapı aralayacağı kanaatindeyim. İkinci bölümde
yer alan İttihatçı Maliye Nazırı Cavid Bey’in evrakı—burada bilhassa
Halide Edip ile Cavid Bey arasında geçen mektuplaşmaların olduğu
bölümler özellikle Edip’in Ayn Tura Yetimhanesi’ndeki faaliyetlerini
merak edenler için bir hayli ilginç bilgiler içeriyor (s. 125-44)—bunun
yanı sıra Kürt Şerif Paşa’nın mektupları, Bahriye Nazırı Cemal Paşa ve
İzmir Valisi Rahmi Bey’in evrakı, İT’nin genel sekreterlerinden Midhat
Şükrü’nün Malta mektupları ve yine İttihat ve Terakki mensuplarına ait
çarpıcı bir resim albümü kitapta yer alan önemli belgelerden.
Yazarın cevabı
Şimdi gelelim kitabın esbabı-ı mucizesine: Kitabının girişinde Murat Bardakçı kendisine devamlı olarak yöneltilen “Tarihçilik sadece belge yayıncılığından ibaret değildir, yayımlanan belgenin yorumlanmasını da gerektirir”
gibi son derece haklı ve yerinde olan eleştiriye cevabı oldukça
manidar. Bardakçı’ya göre bu eleştiriyi yapan kişiler kendisinin 1915
tehciri olarak tanımladığı olayın mimarlarının evrakına ulaşmamaları bir
tarafa, bu evrakın mevcudiyetinden bile haberdar bulunmadığından ve
bunlara onun ulaşmasından dolayı kendisine yönelik bir hasislik olduğu
kanaatinde.
Evet, doğrudur 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde
Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün kaderini belirleyen kararları alan ve
20. yüzyılın modern anlamda ilk büyük soykırımının ve yerinden etmenin
mimarı olan kişi ve kişilerin evrakına ulaşmak, en azından meseleyi bu
şekilde bir imha olarak mülahaza edenler için Sayın Bardakçı da takdir
ederler ki pek kolay olmasa gerek. Hem kendi televizyon programı hem de
katıldığı diğer platformlarda defaatle İttihatçı olduğunu ve
İttihatçılığa olan hayranlığını ifade etmekten imtina etmeyen birisinin
birtakım yakın ilişkilerini de kullanarak bu türden hayati derecede
önemli özel arşiv ve yazışmalara ulaşabilmesi kanımca anlaşılır bir
durum. Burada tarihçi açısından önemli olan söz konusu birincil el bu
belgelerin dönemin tarihsel bağlamı çerçevesinde nasıl bir
değerlendirmeye tâbi tutulduğudur. Yoksa gidelim bütün sahafçıları
gezelim ve o döneme ait ne var ne yoksa bulup biz de “şunun sandığı”,
“bunun dolabı” diye yayımlayalım. İşin özü ve bam teli bu belgelerin ve
yazışmaların hangi tarihsel koşullar altında ve ne gibi olaylar cereyan
ediyorken tutulduğudur. Ne yazık ki Bardakçı’nın bunun gibi tarihçiliğin
olmazsa olmazı olan unsurlarla pek hemhal olma gibi bir niyeti ve
çabası yok.
Halide Edip’in mektubu
Bir örnek vermek gerekirse, kitabın Maliye Nazırı Cavid Bey ile
Halide Edip arasında geçen yazışmaların yer aldığı bölümde Beyrut’tan
gönderdiği bir mektubunda Halide Edip, Cavid Bey’e şunları yazmakta: “…
Bilhassa Ermeniler, Cemal Paşa’nın aziz başına Allah’la beraber yemin
eden sırf burada yaşamak hakkını bulan bir sürü bedbaht Ermeni var…
Çöllerde ot yiyerek karınları şiştikten sonra kimi anasını, kimi
babasını, birçokları da çocuklarını kaybettikten sonra buraya düşmüşler…
Çocuklarıyla, kadınlarıyla ayrıca meşgul oluyorum. Küçüklerine bir
sınıf açtık, okutuyoruz… Bahçede bir facia daha var! Oğlunu yanında
öldürülürlerken birdenbire dilini kaybeden bir bedbaht, öteki oğlunu ve
ailesini nereye attıklarını bilemiyor. Ayakları çıplak, gözleri elem
içinde, mütemadiyen işaretle felaketini haykırıyor. Bazen geceleri
çocuğu ölen bir kadın gibi, başı elleri içinde döğünüyor, döğünüyor …” (s. 128-29).
Halide Edip’in Cavid Bey’e yazdığı bu mektupta bahsettiği, tehcir ve
soykırım sırasında yetim kalan Ermeni çocukları ve dul kalan Ermeni
kadınlarıdır. Esasında Halide Edip, Beyrut’taki Ayn Tura
Yetimhanesi’ndeki faaliyetlerinden bahsettiği bu mektubunda bize Ermeni
Soykırımı’ndan bir kesit sunar. Bu türden hayati derecede önem taşıyan
yazışmalar ancak böyle bir tarihsel okumayla ele alındığında anlam
kazanmaktadır. Murat Bardakçı’nın kitabında göremediğimiz ve daha da
göremeyeceğiz nokta budur.
Gelelim kitabın ilk bölümünde Meclis kararıyla “milli şehit” ilan
edip Ermenilerden kalan mal ve mülklerin dağıtıldığı İttihatçılarla
ilgili olarak çıkartılan kararlara. Öncelikle şunu söyleyeyim: İlk
bölümde, yazarın Osmanlıcasından tercüme edip yayımladığı 19 belgeye
isteyen herkes Ankara’daki Cumhuriyet arşivlerine giderek yarım saat
içinde rahatlıkla ulaşabilir. Bu belgeler Ermenilerin özellikle
gayrimenkul mallarının, onları imha eden faillerine nasıl pervasızca
dağıtıldığının ve Ermeni mallarına devlet eliyle ve onun hukuki
mekanizmalarıyla nasıl el konulduğunun âdeta bir itirafnamesidir. Bu
belgelerin işaret ettiği ve Bardakçı’nın da esasında Mustafa Kemal
özelinde altını çizdiği bir diğer çarpıcı nokta, Ermenilere ait mal ve
mülk transferinin ve gaspının İT’den Cumhuriyet rejimine nasıl intikal
ettiğinin ve bu minvalde aynı zihniyetin devamlılığı ve sürekliliğidir.
Zira, Cumhuriyet rejimi kurulduğu andan itibaren İT’nin inşa ettiği
Emval-i Metruke Kanunlarını aynen benimsemiş, bu sürekliliği sağlamak ve
malların Ermenilerin ellerine geçmemesini önlemek adına adeta bir ipek
böceğinin kozasını örmesi inceliğinde çıkardığı yasalarla bu süreci
iyiden iyiye konsolide etmiştir.
Devlette süreklilik
Dolayısıyla Bardakçı aslında haklı olarak son derece önemli bir
noktaya vurgu yapmaktadır. Mustafa Kemal’in tehcire karşı olmadığını,
tehcir kararını veren ve uygulayan İttihatçılardan nefret etmediğini, bu
işe karışmış kişileri devlette görevlendirdiğini, tehcire uğrayan
Ermenileri mağdur olarak görmediğini ve tehcirin sorumluları hakkında
ağır ifadeler kullanmadığını bu belgelere dayanarak kanıtladığını ileri
sürmektedir. Bu bağlamda Bardakçı’ya hakkını vermek gerekir, zira Ermeni
tehciri ve soykırımı sırasında tehcir ile ilgili birimlerde görevli
olan çok sayıda bürokrat, M. Kemal’in cumhurbaşkanlığı yıllarında
devlette kilit görevler üstlenmiştir. Bu anlamda devlette süreklilik
esası benimsenmiştir.
Murat Bardakçı tarafından bir yıkılışın ve hüznün hikâyesi olarak
tasvir edilen “İttihatçı’nın Sandığı”, aslında söz konusu sandıktan
“pörtleyen” bir itirafname niteliğindedir. Bu kitapta yer alan belgeler,
Ermenilerin başlarına gelen yıkım ve talanın ikrarıdır. Madem yazarı
sadece belgeleri yayımlamakla yetindi, o vakit böyle yorumlamak da bize
kalsın.
*Bu yazı 15-04-2014 tarihinde AGOS gazetesinin internet sitesinde yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder