Çırê Musyon

31 Aralık 2019 Salı

PIYANGO

Piyango
1965 bi ma hema 6 yan 7 serebî.
Cirûn ma Yib Qasun Xelon ra bi. 
A ser 25 hezar perê cîr pîyangora vecîyabî.
Yib Qasun Fötr şovkê yi yeno mi vîr..Yib kerrê mezelun taştîn. 
In semedra Çoligicu tera vatin Yib mezelcî.
Xal Yib pê perûn piyangoya yew Astuara spi girotib. 
Ew waxt Çoligid tomafil çinêbî. Yib pê astuara şînî çarşu omênî kyê.
Xal Yib hol miqat Asturê xwî bînî. 
Zerê Eywunê xal Yib'id zerrê çuvalunid eskic girotib nêbî pîyê ser. 
Ma qij şînî kê xal Yib , Cenekê xal Yib xala Fehîma eskic Astuarin dên ma ma werdînî. 
Rid eskicunra ma qij ver bêr xal Yibra nileqenî. 
Xal Yib 2 serra pê perê pîyor dê Astuar werdis û perê xal Yib awkê xwî untibî. 
Xal Yib idarêra bibi sist û dima bibi dendar..
Xal Yib kê xwi girot şibi Diyarbek. Ucara zî şibî Izmîr.
Ucad dinyê xwi bedelnay bi.Hem cirun hem zi şinasi ma bi. 
Ma cîr zaf qehrîyê bi.
Perê piyango xal Yib'îrîz xer niardi bî.
Homa rehmê xwi cîr bikero.

30 Aralık 2019 Pazartesi

BIR ÇERKEZDEN BIR KÜRDE MEKTUP

Bir Cerkes'ten bir Kürt'e açık mektup
şükela: tümü | bugün/15»
kardesim!
--- spoiler ---
kardeşim; sana kardeşlim diyorum, umarım beni kardeşin olarak kabul edersin. senin gibi eskisi değilim bu toprakların, hatta çocuk sayılırım yanında. ama inan benim de aynı senin gibi binlerce yıldır üzerinde yaşadığım bir vatanım vardı bir zamanlar. terk etmek zorunda kaldığım bir vatan. gün acı yarıştırma günü değil, bilirim. belki de bu coğrafyada yaşayan tüm halklara kader diye dayatılmış olandır acı çekmek, onu da bilirim. demek istediğim o ki, çektiğin ıstırabı, gördüğün zulmü tanıyorum. acına acım, onurlu direnişine direnişim diyorum. dedim ya, daha dünkü çocuk sayılır senin yanında, bu topraklar üzerindeki varlığım. mayısın yirmi biri, yıllardan 1864 en kara günümüzdür bizim. neredeyse 150 yıl boyunca özgür bir vatan uğruna yürüttüğümüz savaşın sonunda karşılaştığımız dehşetin ifadesi olan tarih. yenenlerin, yenilenlere karşı ne kadar acımasız olabileceğini yaşayarak öğrendiğimiz tarih. osmanlı ve ruslar arasındaki egemenlik kavgasının diyetini ödemenin biz çerkeslere düştüğü tarih.
bir buçuk milyon kişiydik kafkaslardan yola çıkmak zorunda kalan. rus çarı osmanlı padişahına satmıştı bizi. karadeniz kıyılarını yedi yıl boyunca deniz kabukları ile birlikte bizim kemiklerimiz süsledi.yarımız yollarda öldü. varabilenlerimizin yarısı hastalıktan, açlıktan kırıldı. kızlarımız, kadınlarımız osmanlı paşalarına, arap şeyhlerine cariye olarak satıldı. erkeklerimiz cepheye sürüldü. osmanlıya savaşacak asker lazımdı. 150 yıldır savaşan bir halktan daha iyisini nereden bulacaktı? nasıl da benziyor böyle seninle kaderlerimiz, bak görüyor musun?
çocukluğumdan hatırlarım, bizim evde hiç balık pişmezdi. sadece bizim evde değil, diğer çerkes evlerinde de pişmezdi. nedenini çok uzun zaman sonra öğrendim. çocuğu, eşi, anası, babası, kardeşi, sevdiği kim varsa karadeniz de balıklara yem olmuş, o balığı yerse sevdiklerini yemiş gibi olacak. varsın o balık sofradan eksik olsun. zilan’ın, munzur’un suları nasıl senin kanınla kızıla boyandıysa, karadeniz’in suları da benim kanımla boyandı kızıla. kimbilir belki de bir yerde, fırat, dicle ya da ne bileyim kızılırmağın sularında karışmıştır kanlarımız birbirine. zalimin döktüğü kan kardeş kılmıştır bizi birbirimize.
senin parçalanmışlığın vardır bende de. balkanlar, anadolu, lübnan, ürdün, mısır, suriye. her bir parçam ayrı bir yerde asılı kalmış öylece. dağlı vahşi sayılırım ev sahiplerime göre. hani haksız da sayılmazlar laf aramızda. kafkasların bulutları delen ulu zirveleri, üzerinde at koşturduğum sarp yamaçları hala tazeyken hafızamda, sormamışım hiç, ne işim var çukurova’nın sıcağında. beni evine kabul edene hürmetim, bütün sorularımın önünde koca bir duvar olmuş. sıtmadan inim inim inleyip, sinek gibi kırılmışım da, gelmemiş hiç aklıma, burada ne aradığımı sormak. hani anlarsın beni diye anlatıyorum, yoksa sen de bilirsin, evinden, dağından göç ettirilmenin acısını. yenidir senin ki, yarası daha taze, kanar durur inceden. bunu da ben anlarım.
küçük bir çocukken, hala hatırladığım kadar eskiden, bilmedim hiç kim olduğumu. bu topraklar üzerinde yaşayan herkes türk olduğuna göre, ben de bir türk olmalıydım. sabahları okulun bahçesinde sıra sıra dizilirken, diğer bütün çocuklar gibi can atardım andımızı okutmak için. türküm, doğruyum, çalışkanım… ciğerlerimi patlatırcasına bağırırdım gururla. sonra, çok sık olmasa da annnemin, babamın, yakın akrabalarımın anlamadığım, başka bir dilde konuşmalarının ne anlama geldiğinin ayrımına vardım. yok, öyle düşündüğün gibi olmadı, bir anda kabullenemedim kimliğimi. utandım, sakladım. arkadaşlarım türk olmadığımı öğrenecekler diye uykularım kaçtı. yine aynı şevkle okuyordum andımızı ama bir şeyler kırılmıştı işte. otobüste, dolmuşta, sokakta annemler çerkesce konuşacak, türk olmadığımız ortaya çıkacak diye diken üstünde gidiyordum. annemler çok konuşmadı çerkesce, ben çok fazla utanmak zorunda kalmadım. bana yaşatılan utanç, dilimi öğrenmeme engel oldu. şimdi en çok buna yanarım. halkımın diline bu kadar yabancı olmama. sen de az söylememişsindir andımızı. belki sen de utanmışsındır, otobüste, dolmuşta annen, baban kürtçe konuştuğu zaman. bilmiyorum. ama bildiğim bir şey var, annene ve babana çok çok teşekkür etmelisin. dilini konuşmaktan vazgeçmeyip, seninde aynı dilde şarkılar söylemene olanak sağladıkları için. kıskanmıyorum desem yalan olur. evet kıskanıyorum ama bil ki, kıskançlığım hayranlığımın yanında hiç kalır. öyle kızma hemen.
bizim de hainimiz boldur, aynı sizin gibi. bizimkine ethem, cemal, reşit derler, sizinkine seyyid abdülkadir,şeyh sait, seyit rıza. yıllarca üzerinde oturduğumuz sıralarda, gözlerimizin içine baka baka anlatırlar, ne kadar alçak, nankör ve ekmek veren eli ısıracak kadar hain olduğumuzu. yeri geldi mi söylenir hiç sakınılmadan; iti, kürdü, çerkesi. hani cumhuriyetin en bilindik, adına her sene istanbul baro’sunun ödül verdiği meşhur adalet bakanı mahmut esat bozkurt’un da dediği gibi ‘‘türk, bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. saf türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!’’ bize reva görüleni ne de güzel özetlemiş, sayın bakan. kurtuluş savaşı’nda birlikte kazanmışız bu vatanı ya, bizim payımıza düşen de bu olmuş. kötü şans mı desem, faşizmin hoyrat elleri mi; yapışmış iki yakamıza, bırakmaz olmuş. yakalardan biri sen, biri ben.
önümüzde ki mayıs’ın yirmi birinde tam 150 yıl olacak biz vatanımızdan ayrılalı. gülme öyle bıyık altından, 150 yıl bu topraklarda senin için birkaç gün sayılır, bilmez miyim sanırsın. bu 150 yıl çok fazla bir şey bırakmadı geriye bizden. dilimiz, oyunlarımız, giysilerimiz, yemeklerimiz, gelenek göreneklerimiz; kısaca bizi biz yapan ne varsa hepsi ağır ağır yitip gitti ellerimizden. sadece onları kaybetmekle kalmadık, ruhumuzu da kaybettik. bir zamanlar zalimin karşısında, özgürlüğümüz için nasıl savaştığımızı unutup; aynı zalimin yanında, özgürlüğü için savaşanlara cephe aldık. bu da benim utancımdır. öfkemize sığınak haline getridiğimiz din ve ilkel milliyetçilik gözümüzü kör etti. vardığımız nokta faşizmin karanlık yüzü oldu. en kötüsü de ne biliyor musun? boynuz kulağı geçti derler ya, işte o. türk milliyetçiliğinde, devleti fetişleştirme de, vatan millet sakarya edebiyatında, konunun asıl muhataplarını bile gölgede bıraktık. ezenle bir olup, onun ağzından konuştuk. kardeşim dedim ama, sen; kardeşlik böyle olmaz, kardeş kardeşin elinden zor gününde tutar, düşmüşse çeker kaldırır dersen de, diyemem hiçbir söz, susar kalırım. haklısın kardeşlik böyle olmaz. ama ben yine de kardeşim demeye devam edeceğim, kızsan da, küssen de.
aslında şimdi şöyle bir düşününce bazı şeyler gerçekten trajikomik geliyor. sana, karda kart kurt yürüdüğün için dağlı türk, bana da sebebi nedendir bilmem kafkas türkü dediler. sana giydirmeye çalıştıkları bu elbise olmadı, orasından burasından sökülüp çıktı üzerinden. yine kendin oldun. ama bana giydirdikleri elbise üzerimde öylece duruyor. bu gidişle pek çıkacağa da benzemiyor. bu topraklar belki bize yeni bir vatan oldu, lakin biz, biz değiliz artık.
halkıma kin gütmeni, onları suçlamanı istemem. hiçbir halk için bu şekilde düşünmeni istemem. buraya öylesine perişan, öylesine çıplak ve dilenci gibi geldiler ki, yaşadıkları utanç hala belleklerinde. haberleri yok, çarın bu işi padişah efendileri ile birlikte planladığından. nereden bilecekler, ruslar başlarından bir belayı def ederken, osmanlı’nın da asker ihtiyacını gidermek istediğini. halkımın nezdinde misafir kutsaldır. eve gelen her kim olursa olsun, üç gün boyunca her ihtiyacı karşılanıp, o söylemek isteyene kadar kim olduğu asla sorulmaz. her ne kadar çok misafirperver bir şekilde karşılanmasalar, dilenci muamelesi görseler de, duydukları minneti hiçbir zaman unutmadılar. bu minnet onlara her zaman için borçlu olduklarını hatırlattı. bu yüzden, hep ev sahibinden yana ve kraldan çok kralcı oldular.bu yüzden ev sahipleri kimi düşman gösterdiyse onu düşman bildiler. soçi limanında yaşadıklarını asla unutmadılar ama, trabzon limanında yaşadıklarını unutmayı tercih ettiler. ev sahiplerinin gözüne girmek için didinip durdular. korktukları, kulluk etmek istedikleri için değil, diyetlerini ödemek için.
halkıma kin gütmeni, onları suçlamanı istemem. onların bir suçu yok. bir suçlu varsa, o da benim. halkıma doğruları anlatamadığım, gerçekleri gösteremediğim için suçluyum. ödemek zorunda oldukları bir borçları olmadığını, artık bunun kefaretini karşılamak için çırpınmalarına gerek olmadığını anlatmam gerekirdi. anlatmadım.uzak durdum, sorumluluklarımdan kaçtım. onların gericilerin, ırkçıların, faşistlerin elinde birer oyuncağa dönüşmelerini öylece seyrettim. bir suçlu arıyorsan, o kişi benim; halkım değil.
kobane’ de ki direnişinle nasıl gururlanıyorum bir bilsen.bizimkiler diyorum, bizimkiler hala direniyor. ne kadar çok isterdim birlikte, omuz omuza savaşmayı. bıkıp usanmadan anlatmaya çalışıyorum, orada sırf kendin için değil, bütün insanlık ve halklar adına savaştığını. karanlığa, soysuzluğa, insanın köpekleşmesine karşı verdiğin bu savaşta, cephe de olmasa da, cephe gerisinde yanında olmaktan onur duyuyorum.
bizim için artık çok geç. fazla vaktimiz kalmadı. çok değil, sadece birkaç on yıl sonra silinip gideceğiz bu topraklardan. ama seni gördükçe de umutlanmaktan alamıyorum kendimi. başarmış olman, direncin, mücadele azmin acabalar yaratıyor beynimde.belki diyorum, belki. her neyse lafı fazla uzattım galiba. burada bitireyim artık.
kardeşim, yoldaşım, hala kendi şarkılarını söyleyenim; kendine iyi bak olur mu? birgün, hani olur ya bir gün, her ikimizin de memleket diyebileceği bir yer de kucaklaşır, özgürce gökyüzünü seyrederiz hiç konuşmadan. o gün gelinceye kadar hoşça kal, dostça kal. her iki gözünden hasretle öper, selam ederim.
kardeşin…
--- spoiler ---
selahattin bilici

4 Aralık 2019 Çarşamba

Aleviler

İsmail BEŞİKÇİ'den ezberbozan bir yazı: Aleviler'de Kafa Karışıklığı

Alevilik, Yahudilik gibi, Hıristiyanlık gibi, Müslümanlık gibi, Budizm gibi farklı bir dindir, farklı bir inançtır. Aleviliğin bir mezhep olmadığını, ayrı bir inanç, ayrı bir din olduğunu belirtmeye çalışıyorum.

A+A-
Bir Alevi’ye “Neden namaz kılmıyorsun, neden oruç tutmuyorsun, neden Hacca gitmiyorsun?” şeklinde sorular sorduğumuzda, “Biz Alevi’yiz, bizim inancımızda, bizim geleneğimizde namaz, hac, oruç vs. yok” diyor. “Alevi isen o zaman dördüncü halife Ali’ye bağlılık nedendir, ‘Hüseyin çileleri’ nedendir, on iki imama bağlılık nedendir?” diye sorulduğu zaman ise Alevi epeyce şaşırıyor. Dördüncü halife Ali’ye bağlılığın Müslümanlık olduğu, ‘Hüseyin çileleri’ çekmenin, on iki imama bağlılığın Müslümanlık olduğu, Şiilik olduğu, Müslümanlığın da namaz, oruç, hacca gitmek vs. gibi şartları olduğu anlatılıyor. Aynı Alevi’ye “Sen hem dördüncü halife Ali’ye, on iki imama bağlı olduğunu söylüyorsun ‘Hüseyin çileleri’ çekiyorsun hem de Müslüman olmadığını Alevi olduğunu, Alevilikte namaz, oruç, haç olmadığını söylüyorsun bu bir çelişki değil midir?” şeklinde yeni bir soru soruyorsun... Alevi olduğunu söyleyen buna vurgu yapan kişinin kafası iyice karışıyor, ne diyeceğini bilemez oluyor. Ama yine de, Alevilik’ten de, dördüncü halife Ali’den de, on iki imamdan da vazgeçmiyor.

Kafa karışıklığı, düşüncelerde duygularda bir berraklık olmaması günümüz Alevilerinde çok sık rastlanan bir durum oluyor. Bazı gazetelerin son yıllarda Alevilerle, Alevi gençlerle ilgili röportajlar yayımladıkları, anket sonuçları yayımladıkları görülüyor. Bu röportajlarda, anketlerde Alevilerin, özellikle Alevi gençlerin çok karışık düşünceler ve duygular aksettirdikleri görülmektedir. Alevilere kendilerini nasıl algıladıkları, kimlikleri hakkında sorular sorulduğu zaman, dinleri, inançları sorulduğu zaman “Müslüman bir Alevi’yim” veya “Alevi bir Müslüman’ım” gibi cevaplar verdikleri görülüyor. İçten çelişkili olan bu kavramları, bu ibareleri Aleviler gayet rahat bir şekilde kullanabilmektedirler. Halbuki Alevi ise Müslüman değildir, Müslüman ise Alevi değildir. Alevilik, Yahudilik gibi, Hıristiyanlık gibi, Müslümanlık gibi, Budizm gibi farklı bir dindir, farklı bir inançtır. Yahudilik nasıl Müslümanlık değilse, Hıristiyanlık nasıl Müslümanlık değilse Alevilik de Müslümanlık değildir. “Yahudi bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir Yahudi’yim”, “Hıristiyan bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir Hıristiyan’ım” birbirleriyle çelişen ibarelerse, içten çelişkili kavramlarsa “Alevi bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir Alevi’yim” kavramları da içten çelişkili kavramlardır. Aleviliğin bir mezhep olmadığını, ayrı bir inanç, ayrı bir din olduğunu belirtmeye çalışıyorum.

Alevilerin büyük kısmı “Ali’yi sevmek, on iki imama bağlılık Aleviliktir. Ali sevgisini on iki imam sevgisini yüreğimizden hiçbir güç çekip çıkaramaz...” diyorlar. Müslümanlar da, örneğin Selamet Partisi veya Fazilet Partisi de “Ali’yi sevmek Alevilikse biz Ali’yi herkesten daha çok severiz. On iki imamı da...” diyordu. “Öyleyse biz de, Aleviyiz” diyordu. Alevinin kafası bu sözlerle bir defa daha karışıyordu. Alevi bu akıl yürütmeler karşısında bocalayıp duruyordu.

Ahmet Şık ve Hatice Yaşar, 7-13 Nisan 2002 tarihleri arasında Radikal gazetesinde bir röportaj yayımladılar. Röportaj, “Alevi Gençler Konuşuyor” başlığı altında yayımlandı. “Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Sizce etnik kimlik mi daha önde yoksa dinsel kimlik mi?” “Alevi olduğunuzu gizleme ihtiyacınızı hissettiniz mi? Alevi olduğunuz için baskı ya da farklı muamele ile karşılaştınız mı?”, “Kendinizi Alevi olduğunuz için farklı görüyor musunuz?” gibi sorulara gençlerin verdiği cevapların bazıları şöyle:

“Alevi’yim, demokratım. Elbette İslami inanış içindeyim. Kürdüm ama kendimi tanıtırken bu ön planda tutmam. Mezhep kimliğim ön planda gelir.”

“Alevi’yim Müslüman’ım.”

“Alevi’yiz Müslüman’ız. Biri soracak olursa Türküm ve Alevi’yim. Aleviliğimi gizleme ihtiyacı içinde olmadım.”

“Alevi’yim. Aleviliği seviyorum. Hoş görü, sevgi gibi birçok şeyi Alevilikte öğrendim. Müslüman’ım ama yobaz değilim.”

“Kendimi Alevi olarak düşünüyorum. Dinsiz insan düşünemem. Alevilik Müslümanlıktan ve Anadolu’dan çıkma... Bazı ortamlarda Aleviliğimi gizledim.”

“Müslüman’ım ama herkesle barışık biriyim. Ayrımcı değilim. Aleviliğimi gizleme ihtiyacı duymadım. Baskı da görmedim.”

“Alevi’yim, Alevilik Müslümanlık içinde bir mezhep.”

“Alevi’yim, Erzincanlıyım, bunu hemen söylerim. Kur’anı Kerim’de belirlenen İslamın şartları var. Yardımlaşma, dayanışma içinde yaşıyorum. Bence bunlar namazın yerine geçer. Kız lisesinde din hocamla tartışmaya girdim. ‘Aleviler Ali’ye inanır Muhammed’i tanımaz’dedi. ‘Cem’de Allah, Muhammet, Ali diye başlarız’ dedim... Sünnilik Alevilik ayrımı yapmak doğru değil... Yanlış bir şey söylenirse sessiz kalmam. Ama Alevi’yim diyorsam bunu iyi bilmek zorundayım.”

“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Kendimi İslam içinde tanımlarım ama Taliban da Müslüman diyorlar, Recep Tayyip Erdoğan da... Allah, Muhammet, Ali üçlemesi içinde Ehlibeyt içinde görüyoruz kendimizi. Özetle Türküm Alevi’yim. Beş yıl öncesine kadar Aleviliğimi gizledim.”

“Alevi’yiz, Müslümanım.”

“Ailemden gördüğüm kadarıyla Alevi’yiz, Müslümanız, Aleviliğimi asla gizlemedim.”
“Dinle çok fazla alakam yok ama uzak da değilim ama Alevi’yim.”

“Köken olarak Alevi’yim. Alevi kültürü ile yetiştirildim. Bunun içinde Kur’an da var. Sünnilik ve Aleviliğin zamanla ayrıldığı düşünülüyor. Ama ikisi de Müslümanlığa girer.”

“Kendimi Alevi olarak tanımlıyorum. Müslümanlık? Derine inersek çok karışır...”

“Alevi’yim, mezhep ya da dini anlamda demiyorum. Bir kültür, bir felsefedir bana göre. Peygamberimiz Hz. Muhammet. Biz de Allah, Muhammet, Ali üçlüsüne inandığımız için, ben de kesinlikle Müslümanım. Etnik kimlik geri planda kalmalı bence. Aleviliğimi gizlemem.”

“Alevi’yim, tabii ki Müslüman’ım.”

“Ehlibeyti bilen Müslüman’dır. Alevilik de onun bir parçası. Benim için ne etnik kimlik, ne dinsel kimlik önemli. Alevi olan artık bu niteliklerini gizlemiyorlar.”

Ahmet Şık ve Hatice Yaşar yüz gençle konuştuklarını söylüyorlar. Bunlardan yirmi dördü ile yaptıkları konuşmaları yayımlamışlar. Bu gençlerin yaşı 18-29 arasında değişiyor. Gençler arasında lise öğrencisi olanlar da var, üniversite öğrencisi olanlar da var. İşçi, müzisyen, özel şirket elemanı, muhasebeci, terzi, elektrik kaynakçısı, makine mühendisi, eczacı kalfası, turizmci olan gençler de var. Bu gençler arasında semah hocaları olanlar da var. Gençlerin bir kısmı erkek, bir kısmı kadın. Bu küçük bir soruşturma bile Alevi gençlerin duygularında ve düşüncelerinde ne kadar büyük bir karışıklık olduğunu gösteriyor. Bu durumda kafa karışıklığının Alevi gençleri belirleyen temel bir niteleme olduğu söylenebilir. Konuşmaları yukarıda belirtilen on yedi kişiden sadece ikisinde kuşku var. Bu kuşku Aleviliği, Müslümanlığı sorgulamaktan kaynaklanıyor olabilir.

Şiilik şüphesiz Müslümanlıktır. Bu çok açıktır ama Alevilik de Şiilik değildir. Bu da çok açıktır. Türkiye’nin toplumsal yapısını ve sorunlarını izleyenlerin ve gözleyenlerin bir kısmının çok basmakalıp bazı ibareler ortaya koydukları görülmektedir. “Türk-Kürt çelişkisi”, “Alevi-Sünni çelişkisi” gibi bazı çelişkilerden söz edilir. Buradaki “Alevi-Sünni çelişkisi” çok yanlış kurulmuş bir kavram çiftidir. Doğru kurulmuş kavram çifti “Alevi-Müslüman çelişkisi” olmalıdır. “Şii-Sünni çelişkisi” yine doğru kurulmuş bir kavram çiftidir. Şiiliğin Müslümanlıkla ilgili bir olgu olduğunu söyledik. 7. Yüzyılın ortalarında İslamiyet’teki iktidar mücadelelerinin Şiiliği ortaya çıkardığını görüyoruz. Şiilik her şeyden önce bir Araplık olayıdır. Araplardaki iktidar mücadelesinde daha doğrusu peygamberin ölümünden sonra yerine geçecek halifenin tayini konusunda gerçekleşen mücadelede muhalefeti temsil edenlerdir. Ama Şiiliğin iktidar biçiminde kurumlaşması, devlet dini olarak kurumlaşması, İran’da Farslarda gerçekleşmiştir. Şiiliğin dinsel ibadetlerinde, dinsel inançlarında Kur’an, cami, namaz, hac vs. elbette vardır. Ama Alevilikte cami, namaz, hac vs. yoktur. Kur’an da yoktur. Örneğin Alevi inancından olan, Aleviliği yaşayan köylerde camiye rastlanmaz. Aleviliğin en önemli özelliklerinden biri de Alevilikte sazın, sözün olmasıdır. Sazın, sözün olmadığı bir cem düşünülemez. Müslümanlıkta ise müzik yoktur. Örneğin Müslümanlıkta saz/bağlama hiç yoktur. Müslümanlıkta Alevi semahlarını andıran hiçbir figür yoktur. Ama bazen ilahiler def, davul gibi bazı vurmalı çalgılar eşliğinde okunmaktadır. Alevi cemlerinde de vurmalı çalgılar yoktur. Ünsal Öztürk Alevi cemlerinde vurmalı çalgılar olmadığını söylemektedir. Gerek dördüncü halife Ali, gerek on iki imamlar İslamiyet’i yaymak için çok büyük çaba içinde olmuşlardır. Örneğin Halife Ali’nin bölgenin yerli halklarına İslamiyet’i kabul ettirmek için çok yoğun baskıların uyguladığı bilinir. Alevi inancında olanların, Kızılbaşların ise böyle bir sorunu yoktur. Yani İslamiyet’i yaygınlaştırarak bütün halkları İslamiyet’e katmak gibi bir sorunu yoktur. Alevilerde Aleviliğin propagandasını yapmak, herkesi Alevi yapmak gibi bir uğraşta yoktur, böyle bir inançta Alevi geleneklerine aykırıdır.

Alevilik İslamiyet’ten önce Mezopotamya’da yaşayan bir inançtır. Zerdüşt kökenli bir inançtır. Örneğin Ezidilik ile Alevilik arasında çok sıkı bir bağ vardır. Her iki inancın da Zerdüşt kökenli olduğu söylenebilir. İkinci halife Ömer, üçüncü halife Osman ve dördüncü halife Ali döneminde İslamiyet’in çevredeki halklara kabul ettirilebilmesi için çok yoğun bir baskı uygulandı. Bu baskı Mezopotamya’da da gerçekleşti. Örneğin Kürtlere İslamiyet’in kabul ettirilmesinde çok ağır bir şiddet kullanıldı. İşte bu ağır baskı karşısında bazı yerli halklar İslamiyet’i kabul ediyor göründüler. Dağların zirvelerine, gözden ırak yerlere çekilerek, içten, kendi inançlarını yaşamayı sürdürdüler. Ama dağların arkalarında, zirvelerinde hiç bir zaman İslam’ın gereklerini yerine getirmek gibi bir çaba içinde olmadılar. Kendi inançlarını, geleneklerini yaşamayı sürdürdüler.

Alevilik Mezopotamya kökenli, Zerdüşt kökenli bir inançtır. Ezidilik ile çok yakın bir benzerliği vardır. Fakat Alevilik sanıldığının tersine Orta Asya kökenli, Şamanizm kökenli bir inanç değildir. Alevi semahının, figürlerinin incelenmesi Orta Asya’nın, örneğin Türkmenistan’ın folkloruyla karşılaştırılması bunu açıkça ortaya koyar. 2002 yılı başlarında Kanal 7’de “Ekonomi Vizyon” isimli bir program yayınlanıyordu. Bu programda Türkmenistan’daki ekonomik gelişmeler, ekonomik atılımlar dile getiriliyordu. 6 Ocak 2002 tarihinde öğleden sonra yayınlanan programda, Türkmenistan Devlet Başkanı’nın “Büyük Safar Murat Türkmenbaşı”nın “Ruhname” ismiyle hazırladığı ve yayınladığı kitaptan söz ediliyordu. Devlet başkanı Türkmenbaşı’ndan “Büyük Safar Murat Türkmenbaşı” diye iltifat içeren ibarelerle söz ediliyordu. Ruhname isimli kitabın içeriğinde Selçuklular, Oğuzlar, Alparslan, Tuğrul Bey, Dede Korkut, Köroğlu gibi konular vardı. Seyfullah Türksoy isimli muhabirin hazırladığı ve sunduğu bir programdı bu. Ruhname isimli kitabın yazılması, basılması, dağıtılması kutlanıyordu. Sık sık Tükmen-Türk kaynaşmasından söz ediliyordu. Devlet kurmak-millet kurmak sık sık dile getirilen kavramlardı. Programa Türkiye’den Kutlu Aktaş, Yalım Eralp, Saffet Arıkan Bedük gibi emekli bürokratlar, TRT Genel Müdürü Yücel Yener de katılmıştı. Tekstil fabrikaları sahibi Ahmet Çalık da oradaydı.

Bir saate yakın süren programda sık sık folklor ekipleri de ekrana geldi. Erkekler ayrı, kadınlar ayrı oynuyorlardı. Oyunlarda daha çok Hint etkisi, Çin etkisi göze çarpıyordu. Çok yumuşak dönüşler, çok yumuşak eğilişler, yumuşak hareketlerle sağa sola savrulmalar,süzülerek, sekerek elips çizmeler, göze çarpan hareketlerdi. Folklor ekipleri sık sık ekrana getirildi. Her defasında kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı oynadıkları görülüyor. Bu oyunlarda Alevi semahını andıran hiçbir figür olmadığı gibi gerek kadınların, gerek erkeklerin giyim kuşamlarında da Alevi giyim kuşamını andıran, hiçbir şekil, hiçbir figür yoktur. Alevilerde kadınlar-erkekler karışık bir şekilde semah yürürler. Kadınların ve erkeklerin karışık oynamaları Alevi semahlarının önemli bir özelliğidir. Yaşlı kadın ve erkeklerin de semah yürümeleri Alevi semahlarının diğer önemli bir özelliğidir. Çocuklar da semah yürüyebilir. “Büyük Safer Murat Türkmenbaşı”nın Ruhname’sinin kutlandığı eğlencelere ise folklor gösterilerine, oyunlara ise hep gençlerin katıldığı gözlenmektedir.

Alevi semahları Alevi cemleriyle çok yakından ilgilidir. Cem her şeyden önce bir araya geliş demektir. Dinsel ve inançsal bir tapınma durumudur. Ama cem sadece bu değildir. Cem toplumsal belleği nesilden nesile taşıyan bir kurumdur. Paylaşımın, konuşulduğu, gerçekleştiği, direnişin planlandığı, tartışıldığı bir alandır. Alevi cemleri suçlardan ve kötülüklerden arınmayı, kendi kendini yönetmeyi hedefleyen bir mekanizmadır.Alevi cemleri yaşamla organik olarak bağlantılı bir kurumdur. Örneğin Mevlevi ayinleri gibi hayattan kopuk değildir Mevlelikteki sema sadece kendinden geçme ve Tanrı’yla buluşma, Tanrı’nın varlığı içinde erime vardır. Nakşibendi ayinlerinin de böyle olduğu söylenebilir. Alevi cemlerindeyse doğa vardır, ırmak, kurt-kuş, çiçek,ağaç, toprak vardır. Alevi cemleri tarımsal ve hayvansal üretimle organik olarak bağlantılı bir kurumdur.Alevi cemleri genel olarak kış aylarında düzenlenir. Herkes işinde olduğu için genel olarak yaz aylarında cem düzenlenmez. Öte yandan cem için özel bir mekan, özel bir ev yoktur, Cem için müsait olan her evde cem gerçekleştirilebilir. Semah yürümek cemlerin sonunda gerçekleşen bir oyundur. Semahın ağır semah, orta semah, hızlı semah olmak üzere bölümleri vardır. Cemlerde söylenen nefesin ritmine göre semah yürümenin hızı da ağırdan hızlıya doğru değişir. Türkmenbaşı’nın Ruhname’sinin kutlandığı gösterilerde sergilenen oyunlar ise orta kararlılıkta bir hızda sürüp gidiyordu. Semahlarda semah yürüyenlerle, semaha katılan öbür Aleviler arasında yoğun bir iletişim vardır. Duygu, düşünce ve ruh olarak semah yürüyenlerle, ceme katılan öbürleri arasında yoğun bir bütünlük vardır. Ceme katılan herkes semah yürüyenlerin bir parçasıdır. Türkmenistan’da yukarıda anlatmaya çalıştığımız gösterilerde ise oyuncuların dışındakiler sadece onların seyircisidir. Burada sadece bir eğlence söz konusudur. Alevi semahlarında ise duygu, düşünce, kutsal bir varlığa sevgi sunma ön plandadır. Büyük Safer Murat Türkmenbaşı’nın 62. yaş yıldönümü de 2002 yılına rastlıyordu. 62. yaş yıldönümünde de büyük kutlamalar yapıldı, aynı oyunlar bu kutlamalarda da sergilendi.

2001 yılında TRT’de “İpek Yolu” belgeseliyle ilgili bazı gösterimler olmuştu. Bu TRT’nin de katkılarıyla çekilen bir belgeseldi. Bu çekimi yapanlar Çin’den başka, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan gibi ülkelerde de çekimler yapmışlardı. Bu çekimler sırasında da bu ülkelerin folklor zenginlikleriyle ilgili programlar ekrana getirilmişti, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan gibi ülkelerdeki halk oyunları da Türkmenistan’daki halk oyunlarına benziyordu. Bu oyunlarda da, örneğin Turnalar Semahı’nı, Kırklar Semahı’nı andıran hiçbir figür yoktu. Bu semahlarda keskin dönüşler, kırık adımlar, örneğin sağa dönüyormuş gibi yaparken sola sıçramalar kutsal bir varlığa saygı sunma hali önemli figürler olarak görülüyor. Yeldirme, Alevi semahlarının çok önemli bir figürü oluyor. Türkmenistan’daki “İpek Yolu” adlı belgeseli izlediğimde, hep Alevi semahları aklıma geliyordu. “Alevilik Orta Asya kökenlidir, Şamanizm kökenlidir, Türklerin Orta Asya’dan getirdiği bir inançtır, gelenektir” diyenler acaba bu programları izlemişler midir? İzleyenler acaba neler düşünüyor? Alevi semahlarının köklerini bu oyunlara, bu gösterilere bakarak bulabiliyorlar mı? Orta Asya’ya bakarak Alevi semahlarının kökenleri hakkında hiçbir şey öğrenilemez, ama Ezidilerin ibadetlerine bakıldığında Ezidilerin güneşe yüzlerini çevirip dua etmeleri izlendiğinde, kutsal günlerde gerçekleştirdikleri rakslara bakıldığında Alevi semahının kökenleri hakkında çok sağlıklı bilgiler elde edilebilir. İpek Yolu programı yapımcılarından Atila ErdenS’e bu izlenimlerini anlatmıştım. “Türkmenistan’da, Kazakistan’da, Kırgızistan’da öyle olabilir ama Azerbaycan’da öyle değil demişti.” Aslında, örneğin üç fotoğraf bu düşünceleri açık bir şekilde ortaya koyabilir. Türkmenistan folklorunu gösteren bir fotoğraf, herhangi bir Alevi semahını gösteren bir fotoğraf ve Ezidilerin güneşe durup dua etmelerini gösteren bir fotoğraf.

Orta Asya’dan Horasan’a, Mezopotamya’ya, Anadolu’ya gelen Oğuzların önemli bir kesiminin Alevi inancını benimsemeleri çok doğal. Çünkü göçebe olup at sırtında dolaşanlar için, yerleşik olmayanlar için Alevi inancı çok elverişlidir. Günde 5 vakit namaz buyuran, oruç, hac buyuran İslamiyet’in ise göçebe yaşamı karşısında benimsenmesi çok zordur.
KÜRTLER

Alevilerin yaşadıkları, karşı karşıya oldukları en büyük tehlike asimilasyondur. 19. Yüzyılın ikinci çeyreğinden beri Alevilere uygulanan politika, asimilasyondur. 1826’dan beri Vak’a-i Hayriye’den beri Alevilere asimilasyon politikası uygulanmaktadır. Bu tarihte Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile birlikte Bektaşi dergâhları da yıktırılmıştır. Sultan Mahmud bundan sadece Hacıbektaş’taki dergâhı istisna kılmıştır. Hacıbektaş’taki dergâh yıktırılmamış, kilerevinin karşısına cami yaptırılmıştır. Bu camiye de bir Nakşibendi şeyhi gönderilmiştir. Dergâh cemaati artık Nakşibendi terbiyesiyle yetiştirilecektir. Asimilasyon başlamıştır. Alevilerin Müslümanlığa asimile edilmeleri, aynen Kürtlerin Türklüğe asimile edilmeleri gibi bir süreçtir. Alevi köylerine cami yapılması 20. yüzyılın başında Jön Türklerle birlikte iyice gelişmiştir. Cumhuriyetle birlikte ise sistematik bir politika olmuştur. Her Alevi yerleşim birimine cami yaptırmak, camiye bir imam tayin ettirmek, Alevileri Müslümanlaştırmanın etkin bir yoludur. Dr. Cemşit Bender’in, On iki İmam ve Alevilik (Berfin, 5. Baskı, 2003) kitabında “Resmi İdeoloji ve Alevilik” başlığı altında yer alan bir bölüm var. (s. 141-145) Bu bölümde Dr. Cemşid Bender 1992 yılında Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığı’nda yaptığı bir görüşmeyi anlatıyor. Görüşme konusu Alevilik. Dönemin diyanet işleri başkanı Said Yazıcıoğlu’ndan randevu alınıyor, fakat son anda Said Yazıcıoğlu tartışmaya girmeme gibi bir ilkesi olduğunu belirterek, görüşmeyi kendi adına Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili İrfan Yücel’in yapmasını istiyor. İrfan Yücel de Aleviler’in Müslüman olduğunu, camileri olduğunu, namaz kıldıklarını, oruç tuttukların söylüyor. Alevilerin Müslüman olduğunu, Alevilerin köylerinde de cami olduğunu sık sık dile getiriyor. Dr. Bender Alevi köylerine zorla cami yapıldığını, örneğin Dersim’de Vali Kenan Güven’in vatandaşlardan toplanan paralarla cami yaptırdığını bu konudaki düşüncelerini soruyor. Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili yine Alevilerin Müslüman olduğunu, her Müslüman köyünde cami olmasının istenen bir şey, güzel bir şey olduğunu söylüyor.

Osmanlı, Alevileri Müslüman bir grup olarak görmüyor, Alevi’yi , Alevi olarak, “Kızılbaş” olarak görüyor ama yok edilmesi gereken, Müslümanlar içinde yaşamaması gereken bir grup olarak görüyor. Bunun için vahşete varan uygulamalar da yapıyor. Bu vahşetten korunmak için de Alevilerin dağların yüksekliklerinde, anayolların çok uzağında kendilerine yer aradıkları, yerleşim birimleri oluşturdukları biliniyor. Buysa toplumun Alevi/ “Kızılbaş” olarak kalmasını inançlarını, geleneklerini yaşamasını, iç özerkliğini korumasını sağlıyor. Cumhuriyetle birlikte düşüncede ve duyguda tek tip insan yaratma politikası doğrultusunda Kürtler Türklüğe asimile edilirken, Alevilerin de Müslümanlığa asimile edilmesine gayret ediliyor. Aleviler inançlarını, geleneklerini, iç özerkliklerini bu şekilde yavaş yavaş yitirmeye başlıyor. “Müslüman’ım ama Aleviyim”, “Aleviyim ama Müslüman’ım”, “Müslüman Aleviyim”, “Alevi Müslüman’ım” ibareleri bu şekilde ortaya çıkıyor. Ali Yıldırım,Osmanlı’nın Alevi’ye karşı tutumunun daha dürüstçe olduğunu söylemektedir. Bu görüşe ben de katılıyorum. Çünkü Osmanlı Alevi’yi Alevi olarak görüyor, ama fiziki olarak onu yok etmeye çalışıyor. Alevilerde yok olmamak için kendilerince önlem alıyorlar. Cumhuriyet ise Alevi’yi Müslüman olarak görüyor, fiili olarak Müslümanlaştırmaya, Aleviliği yok etmeye çalışıyor. Alevi kurumlarını, Alevi inançlarını, geleneklerini bozuyor, etkisiz kılıyor.

Asimilasyon şüphesiz sadece Kürtlere, Alevilere uygulanan bir politika değildir. Asuriler, Ezidiler, Çerkesler, Lazlar vs. de bu politikanın etki alanı içindedir. Bir zamanlar Kürtler “en iyi Türk biziz, esas Türk biziz, has Türk biziz” derlerdi. 1960’larda böyle bir slogan vardı. Bunun gibi zaman zaman “en iyi Müslüman biziz, esas Müslümanlar Alevilerdir” diyen Alevilere de rastlanmaktadır. Bu asimilasyonun yoğunluğu ve yaygınlığıyla ilgili bir göstergedir.

1994’den önceki, yani Nelson Mandela’nın cumhurbaşkanlığına seçilmesinden önceki Güney Afrika yönetimini düşünelim. Yerli halkın ve beyazların ayrı ayrı mahalleleri, ayrı ayrı okulları vardı. Lokantaları, sinemaları, otelleri hep ayrıydı. Nüfusun % 20 kadarını oluşturan beyazlar, yerli halkı kendi içlerine almak istemiyorlardı. Yerliler “Bantustan” denilen dikenli tellerle çevrili çok geniş alanlarda, çok büyük bir mağduriyet içinde yaşıyorlardı. Kanalizasyon, elektrik, su, konut gibi temel hizmetler çok yetersizdi. Ama toplum kendi geleneklerini, kendi inançlarını yaşıyordu, Güney Afrika toplumu iç özerkliğe sahipti, işte bu iç özerklik giderek iktidarı yarattı. 1994’de yapılan ilk demokratik seçimlerde “Afrika Ulusal Kongresi” iktidara geldi. Nelson Mandela cumhurbaşkanlığına seçildi. Nelson Mandela’yı uzun yıllar cezaevinde tutan, Afrika Ulusal Kongresi’ni terör örgütü ilan eden beyaz yönetimin Cumhurbaşkanı, De Klerk ise Nelson Mandela’nın yardımcısı oldu. 1990’ların ortalarında “Dünyanın en ırkçı devleti” denen Güney Afrika’da böyle bir süreç yaşandı.

Ali Yıldırım’ın Alevi Öğretisi (İtalik, 2000) kitabında çok ilgi çekici bir bölüm var. Bu bölüm “Ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” başlığını taşıyor. (s. 176-183) İranlı dini liderlerden Şeriat Medari, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş’le yaptığı resmi bir görüşmede Türkiye’deki Alevilerden şikayet ediyor, Alevilerin ateistleştiklerini söylüyor. “Ya siz ilgilenin Sünnileştirin, ya da bize bırakın Şiileştirelim” diyor. Bu sözün başbakanlığı döneminde Tansu Çiller için hazırlanmış Alevilik Raporu’nun ilk sayfasında yer aldığı belirtiliyor. “Türkiye’de Alevilik, Aleviler ve Alevilerde Siyasal Yapı, Siyasal Kültür” başlığını taşıyan 107 sayfalık raporun 24 Aralık 1995 seçimleri öncesinde Tansu Çiller’e sunulduğu belirtiliyor. Raporun bir bölümünün de, Diyanet İşleri Başkanlığı Baş Müfettişi, Abdülkadir Sezgin’in hazırladığı not ediliyor. İranlılara verilen cevap açıktır. “Biz Alevileri Sünnileştiriyoruz” buradaki Sünnileştirme Müslümanlaştırma anlamına geliyor. Her Alevi köyüne cami yapılması, cemevi yapılmışsa bile muhakkak bir de cami yapılması, camiye bir de imam, müezzin tayın edilmesi asimilasyonu yaygın bir yolu oluyor. Cemevlerinde resmi ideolojiyi güçlendirici konuşmalar yapılması, bu yönde programlar oluşturulması yine kararlı bir şekilde yaşama geçiriliyor. İran’la yapılan böyle bir pazarlık Alevi kitlelerde nasıl bir düşünce, nasıl bir duygu yaratıyor acaba. “Ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” ne anlama geliyor. Sünniliğin ve Şiiliğin Müslümanlığın iki yorumu olduğunu düşünürsek, asimile edilmek istenen kitlenin Müslüman bir kitle olmadığı açık değil mi?

Irak’ta Saddam Hüseyin rejimi çöktükten sonra Şii Araplar çok büyük bir hareketlilik içine girdi. Nisan, Mayıs aylarında (2003) İmam Hüseyin’in şehit edilmesinin yıldönümünde on binlerce Şii Kerbela’da toplanmaya başladı. Şiilerin çoğu buraya yürüyerek gitmeye çalışıyordu. Yüzlerce Şii demir zincirlerle sırtını, başını dövüyordu. Sırtından başından kan çıkarıyordu. Binlerce Şii sürüne sürüne İmam Hüseyin’in Kerbela’daki türbesine, dördüncü halife Ali’nin Necef’deki türbesine varmaya çalışıyordu. Bütün Şiilerin “Hüseyin Çileleri” çekmediği söylenebilir. Ama bu süreçte olan, bu çileleri çeken on binlerce Şii’nin olduğu da gerçektir. Şiiler, “Hüseyin Çileleri” çekerken, insan ister istemez Alevileri hatırlıyor. Aleviler şüphesiz Kerbela’ya, Necef’e filan gitmiyor. Alevilerde böyle bir hac anlayışı, geleneği yok. Yukarıda belirtildiği şekilde “Hüseyin Çileleri” de çekilmiyor. Tüm bunlara rağmen bazı Alevilerin kendilerini on iki imama bağlı hissetmeleri, bunu sık sık vurgulamaları, her Alevi evinde dördüncü halife Ali’nin resimlerinin asılı bulunması irdelenmesi gereken bir durumdur. Halife Ali’ye, Hüseyin’e, on iki imama bağlılık tamamen Şiilikle ilgili bir olaydır. Aleviliğin bu açıdan Şiilikle hiçbir ilgisi olmamasına rağmen, Aleviler neden bunu açıkça ifade edemiyor. Aleviler elbette tarihte yaşanmış bir zulümle ilgilenebilir, böyle bir ilgi Alevi inancıyla, Alevi yaşam biçimiyle de uyuşur. Hatta bir gereklilik olarak da ortaya çıkar. Ama sanki Alevi cemaatinin bir üyesiymiş gibi, Halife Ali’ye, Hüseyin’e, on iki imama bağlanmak şaşırtıcıdır. “On iki imam çileleri” çeken Aleviler acaba tarih boyunca sırf Alevi oldukları için kendilerine gösterilen şiddeti biliyorlar mı? Ali Yıldırım’ın “Osmanlı Engizisyonu” (Öteki, 1998) kitabı bu şiddetin, işkencenin, katliamın boyutların irdeleyen değerli bir çalışmadır.

2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta Alevilere karşı çok ağır bir katliam gerçekleştirildi. Mart 1995’de de İstanbul’da Gazi Mahallesinde ve Ümraniye’de bir kırım gerçekleştirilmişti. Daha önce de Çorum’da (Temmuz 1980), Maraş’ta (Aralık 1978) yine Alevilere dönük zulümler, katliamlar oldu. Bu katliamların Alevilerin yüreklerinde ağır yaralar açtığı da bir gerçektir. Acaba Alevilerin yüreklerini yaralayan bu olaylara İranlı Şiiler, Iraklı Şiiler ne kadar üzüldüler? Veya İranlı Şiiler, Iraklı Şiiler bu katliamları kendilerine dert ettiler mi? Aleviler tamamen Araplıkla, Şiilikle ilgili bir olay olduğu halde, ‘Hüseyin Çileleri’ çekerek 1400 yıllık bir davayı günümüzde de sürdürmeye çalışıyorlar. Acaba Alevilerin Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da uğradıkları zulümler Şiileri dertlendirmiş midir?

“Hüseyin çileleri”, Adnan Yücel’in Ateşin ve Güneşin Çocukları ( Yurt Kitap- Yayın, 4.bs.2000) şiirinde Kürtlere sitem ederken kullandığı bir imgedir.

“O günah sorguları yetmedi mi yazgınıza
O Hüseyin çileleri bitmedi mi daha
Kırklar yediler çekip gitmedi mi
Sazlar kırıla kırıla çalınırken” (s. 44)

Şiilerin Kerbela’daki çile çekmelerini izlerken, insan ister istemez şu konuyu da düşünüyor. Kerbela törenlerinde Alevi semahlarını andıran hiçbir bölüm, hiçbir gösteri yok. Aleviler bunları karşılaştırarak, Alevilik, Şiilik konusunda Aleviliğin Şiilik olmadığı konusunda neden berrak bir düşünce oluşturamıyor. Şurası çok açıktır dördüncü halife Ali hiçbir zaman Alevi olmamıştır. O, İslam Sünneti’ne sıkı sıkıya bağlıdır, kendinden önceki halife Osman, halife Ömer, halife Ebubekir gibi... Burada, acaba bilmediğimiz bir “sır” mı vardır?

Örneğin Hasan Sabbah Alamut’ta yaptığı çeşitli konuşmalarda bu sırrı açıklıyor. (Wladimir Bartol, Fedailerin Kalesi Alamut, Çeviren Atilla Dirim, Yurt Kitap-Yayın, s. 166-173; s. 441 vd., s. 452-454) Burada bu “sırrı” açma gereğini duymuyorum. Ama Hasan Sabbah’ın kavrayışının çok dikkate değer olduğunu düşünüyorum. Kanımca Tapınak Şövalyelerinin de böyle sırları vardı. Acaba Alevilerin de benzer sırları var mı? Bu sır ne olabilir? Şurası çok açıktır ki Alevilerin Ali’siyle tarihsel kişilik olan Ali, yani dördüncü halife olan Ali çok farklı kişilerdir. Alevilerin Ali’si halktan herhangi bir kişidir, Alevilerin Ali’si Doğa-Tanrı-İnsan bütünlüğünde yer alır. İnsan Ali doğanın-Tanrının kendisidir. Dördüncü halife Ali ise yeryüzünü, gökyüzünü, bütün canlı ve cansız varlıkları yaratmış Allah’ın bir temsilcisi olarak kavranılmaktadır. İslamiyet’i yaymak için çevre halklara çok ağır şiddet gerçekleştirmiştir. Alevilerde böyle bir tanrı anlayışı yoktur. Doğa-Tanrı-İnsan bir bütün oluşturmaktadır. Doğayı gören insan, tanrıyı da görür, tanrı her insanda ayrı ayrı tecelli eder. Müslümanlardaki yani Sünnilerdeki ve Şiilerdeki tanrı anlayışıyla, Alevilerdeki Tanrı anlayışının çok farklı olduğun belirtmeye çalışıyorum. 19 yüzyılda yaşamış Hilmi Dede’nin

Ayine tuttum yüzüme
Ali göründü gözüme
Nazar eyledim özüme
Ali göründü gözüme

Şiirinde sözü edilen örnek insan Ali’dir. Tanrı Ali’nin kişiliğinde gözlere insan niteliğinde görünür. (Bu şiir için bak. İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Şiirinde Tanrı’ya Kafa Tutanlar, Okat Yayınları, İstanbul 1968, s. 119)

ALEVİLİKTE ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜ
Alevilik ile Müslümanlık arasında çok derin bir fark vardır. Bu doğanın, toplumun ve insanın kavranması sürecinde ortaya çıkan bir farktır. Müslümanlıkta Kur’an her şeye egemendir. Doğa, toplum, tarih insan hakkında en doğru bilgilerin Kur’anda yazıldığı kabul edilir. Kur’an eleştirilemez. Kur’andaki bilgilerin doğruluğundan kuşku duyulamaz. Bu bilgiler tartışılamaz. Halbuki Alevilikte sınırsız bir tartışma özgürlüğü vardır. Alevilikte doğa, tarih, insan, Ali (dördüncü halife Ali değil) her şey tartışılır. İslam teolojisinde varoluş tanrının yoktan var etmesidir. Yaratan-yaratılan ikilemi Müslüman teolojisinin en önemli unsurudur. Alevilikte ise yaratanla yaratılanın birliği vardır. Alevi inancında varoluş Tanrı’nın kendi özünden fışkırmasıdır. Alevi Tanrı’yı kendi içinde bilir. Alevi inancında yer, gök, deniz, her şey Tanrı ile doludur. Alevilikte Doğa-Tanrı-İnsan birdir, bütündür. İnsan Ali doğanın ta kendisidir. Hallac-ı Mansur’un (9-10. yy.), Yunus Emre’nin (13. yy.), Nesimi’nin (14-15. yy.), Süruri’nin (16. yy.), (Hilmi Dede’nin (19. yy.), Edip Harabi’nin (19. yy.) şiirlerinde bu niteliği görmek mümkündür. Kaygusuz Abdal’ın,

Hakkı ister isen Âdem’de iste
Irak’ta, Mekke’de, Hac’da değildir

deyişi yine aynı anlama gelmektedir. Tanrı’nın bir parçası olması nedeniyle insan kendi geleceğini kendi belirler. Fiillerinden sorumlu, her biri Tanrı’nın bir parçası olan insan şüphesiz özgürlükçü bir düzeni seçecektir. İslam’i teolojide ise insanın kaderi Allah tarafından belirlenir. İslam inancında insan Tanrı anlayışı içinde kaybolur, yok olur. İnsan Tanrı’nın varlığında eridiği için artık insandan eser kalmaz. Alevi inancındaysa insan Tanrı’yı kendi içinde yoğurur, Tanrı’ya yeni bir ruh ve şekil verir. Alevi ozanlar her zaman yeri, göğü, insanı, her şeyi yaratan Tanrı anlayışına karşı direnmişler “senin karşında ben de varım, senden ayrı ben de varım...” demek istemişlerdir.

Alevilikte dogmatizm yoktur. İslam’daysa yoğun bir dogmatizm vardır. Kaygusuz Abdal’ın şu şathiyye/yergi’sine bakalım.

Kıldan köprü yaptırmışsın
Gelsin kullar geçsin deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı

Kaygusuz Abdal’ın 14. yy. sonu 15. yy. başında yaşadığı bilinir. Bu şiirde din ve Tanrı eleştirisi vardır. Tanrı’nın var olduğu varsayılan gücünü göstermesi istenmektedir. Böyle bir eleştiri ancak Alevi şairlere has bir eleştiridir. Müslüman bir kişinin böyle bir Tanrı eleştirisinde bulunması olası değildir. Bu şiir 1950’lerdeki lise edebiyat kitaplarında şiirin ruhuna aykırı bir yorumla değerlendirilmektedir. Örneğin “şair,Tanrı’ya ulaşmak için insanların nefislerini yenmeleri gerektiğini belirtiyor. Tanrı’ya ulaşmak için nefsini yenme zahmetine katlanmayan insanları yeriyor. İnsanların Tanrı’ya ulaşmak için kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünden geçmeleri gerektiği anlatılıyor...” (Ağuh Sırrı Levent, Türk Edebiyatı, Lise II, İnkılap Kitabevi, 1951, s. 63-64; Nihat Sami Banarlı, Metinlerle Türk Edebiyatı, Lise II, Remzi Kitabevi, 1951, s. 54-55; Abdurrahman Nisari, Metinle Türk Edebiyatı, Lise II, İnkılap, 1955, s. 55-56; Cevdet Kudret, Türk Edebiyatından Seçme Parçalar, İnkılap ve Aka, 1973, s. 72-73)

Böyle ters, şiirin ruhuna hiç uygun olmayan bu yorumlara rağmen bu şiir, bu şathiyye/yergi 1950’lerde liselerde okutulan Türk Dili ve Edebiyatı kitaplarına konabilmiş. Günümüzdeki kitaplarda da bu şiire, şathiyye/yergiye yer veriliyor mu acaba?

16. yy.’da yaşadığı söylenen Azmi Baba’nın

Yeri göğü ins-ü cin-i yarattın
Sen ey mimar başı eyvancı mısın?
Ayı, günü çarhi, burcu varettin
Ey mekan sahibi rahşancı mısın?

Şeklinde başlayan şiiri de şathiyye/yergi kabul etmek mümkündür. (Bu şiir için bak. İsmet Zeki Eyüboğlu, a.g.e., s. 78-84)

Yunus Emre’ye veya Müridi Molla Kasım’a atfedilen bir şiir de, şathiyye/yergi kabul etmek mümkündür. Bu şiir şöyledir.

Sırat kıldan incedir kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne evler yapasım gelür
Altında gayya vardır içi nâr ile pürdür
Varup ol gölgesinde biraz yatasum gelür. (Nihat Sami Banarlı, a.g.e., s. 55)

Yunus Emre’nin de, “Ya ilahi ger sual etsen bana” diye başlayan “kıl gibi köprü gerersin geç deyi” diye devam eden bir şiiri vardır. Bu şiirde de örneğin Tanrı’nın terazi tutması, kötülükleri tartıya vurması, eleştirilmektedir. Terazi tutmak tacirlerin, bakkalların işidir, denilmektedir.

“Terazi korsun hevesat dartmağa
Kastedersin beni oda atmağa
Terazi ana gerek bakkal ola
Ya bazergan, tacir-ü aktar ola” (İsmet Zeki Eyüboğlu, a.g.e., s. 42-43)

Doğanın, tarihin, toplumun, insanın kavranışındaki bu çok farklı bakışlar, birbirlerine çok zıt olan anlayışlar elbette Alevilik-Müslümanlık farkının temelinde duran bir konudur. Bütün bunlara rağmen şunu da belirtmekte yarar vardır. Dördüncü halife Ali’ye bağlılık, on iki imama bağlılık gibi konular Alevileri de dogmatik bir düşünceye doğru çekmektedir. Aleviler bu konuları kolay kolay tartışamamaktadırlar. Buysa Aleviliğin temelindeki düşünce ve kavrayışa zıttır. Bu bağlılıklarla Alevilik kendi öz değerlerinden yavaş yavaş kopmaktadır.

Aleviler çocuklarına Ebubekir, Ömer, Osman gibi isimler vermezler. Bunu birinci halife Ebubekir’in, ikinci halife Ömer’in, üçüncü halife Osman’ın, dördüncü halife Ali’nin haklarını yemelerine, Ali’nin haklarını vermek için mücadele etmelerine bağlarlar. Bu suretle Aleviler tarihsel bir davayı 1400 yıla yaklaşan bir davayı günümüzde de sürdürürler. Halbuki İslamiyet’in kavranması konusunda, dördüncü halife Ali ile önceki üç halife arasında hiç fark yoktur. Nitekim halife Ali’nin çocuklarının içinde isimleri Ebubekir, Ömer, Osman olanlar da vardır. Halife Ali’nin kızlarından, önceki üç halife ile Ebubekir’le, Ömer’le, Osman’la evlendirilenler de vardır. Bu konuda Faik Bulut’un “Ali’siz Alevilik” (Doruk 1997, daha sonra Berfin) kitabı önemlidir. Faik Bulut’un “Yol” dergisinde Şakir Keçeli’yle yaptığı tartışmalar da dikkate değer. (Yol, sayı:5/2000, sayı:9/2001, sayı:10/2001)

Alevi inancına Şii unsurlarının nasıl karıştığı incelenmeye değer bir konudur. 15. yüzyılın sonları, 16. yüzyılın başları İran’da Şah İsmail’in yönetime gelmesi, Safevi Hanedanlığı’nın kurulması, Osmanlı’da Şah Kulu Ayaklanması (1509-1510) Yavuz Sultan Selim’in padişahlığı ve Çaldıran Savaşı (1514) ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gereken bir süreçtir. Alevi inancına Şii unsurların karışması kanımca bu dönemde gerçekleşmiştir. Daha doğrusu, 15. yüzyılın ortalarından itibaren İran-Osmanlı ilişkilerinin gelişmesi sürecinde Şeyh Safiyüddin’in, Şeyh Cüneyt’in, Şeyh Haydar’ın, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın, Şah İsmail’in Osmanlılara ve İran’a komşu olan halklarla, örneğin Kürtlerle, Alevilerle geliştirmeye çalıştıkları süreç içinde değerlendirilmelidir. Bu dönemden önce Alevi inancında acaba “Dördüncü halife Ali’ye bağlılık”, “On iki imam’a bağlılık” var mıydı?

Yukarıda Hacıbektaş Dergâhı’ndaki caminin 1826 yılında yapıldığını belirtmiştim. Örneğin bu tarihten önce Alevi köylerinde, Alevi yerleşim birimlerinde cami olup olmadığı araştırılabilir. Alevilik, Osmanlı toplumunda özellikle İmparatorluğun yükselme döneminde dışlanan bir inançtı. Aleviler de hep dışlanan bir grup olmuştur. Şiilik de genel İslam anlayışı içinde hep muhalefette kalmıştır, muhalefette kalan, dışlanan grupların birbiriyle ilişki kurması doğaldır. Ama Şiiliğin Alevi inancı ve anlayışı içinde, Alevi gelenekleri içinde kurumlaştığı görülmektedir. Bu kurumlaşmanın Alevi inancının geleneklerini bozduğu da görülmektedir. İşte Şiiliğin Alevi inancı içindeki bu kurumlaşma sürecinin incelenmesi gerekir. Bu süreçte, Velayetname, Menakıpname gibi eserlerin tahrip edildiği, bozulduğu, bu eserlere yeni bölümler eklendiği, bu eserlerden bazı bölümler çıkarıldığı çok büyük bir olasılıktır. Yine bu süreçte Alevi ocaklarına, yeni Silsilenameler düzenlendiği çok büyük bir olasılık dahilindedir. “Menakıb-i Hacı Bektaş Veli”, Hacı Bektaş Veli’yi on iki imamlardan Musa el Kazım’a bağlamaktadır. Halbuki Musa el Kazım 798 tarihinde ölmüştür. Hacı Bektaş Veli ise 1207 tarihinde doğmuştur. Hacım Sultan Velayetnamesinde ise Hacı Bektaş’ın doğrudan doğruya Ahmet Yesevi’nin öğrencisi olduğu yazılmaktadır. Halbuki Ahmet Yesevi 1166 yılında ölmüştür. Hacı Bektaş ise yukarıda değindiğimiz gibi 1207 de doğmuştur. Velayetnamelerin veya menakıpnamelerin 1481-1501 yılları arasında derlenip toparlandığı, yazıya geçirildiği söylenmektedir. (Nejat Birdoğan, Anadolunun Gizli Kültürü Alevilik, Hamburg Alevi Kültürü Merkezi Yayınları, 1990, s. 73-74, 96-97)

Bu noktada Alevilerdeki bu “sır” kavramının değerlendirilmesinde de yarar vardır. Alevi sırrı nedir? Bu sır kimde saklanmaktadır. Her durumda şu söylenebilir: Şiiliğin temel kavramlarının Aleviliğe aşılanması, Alevilerde giderek çok büyük bir kafa karışıklığının yaratılmasına neden olmuştur. Bu kafa karışıklığı sadece Anadolu Alevilerinde görülen bir durum değildir. Mezopotamya Alevilerinde, İran Alevilerinde, Suriye Alevilerinde, Nusayrilerde, Kafkasya Alevilerinde de rastlanan bir durumdur.

Kafa karışıklığı devrimcilerde de aynen görülmektedir. Cezaevlerindeki direnişlerde, ölüm oruçlarında yaşamlarını yitiren Alevi gençlerin cenazelerinin cemevlerine getirildiği, oradan kaldırıldığı görülmektedir. Cenazenin cemevine getirilmesi, oradan kaldırılması, yaşamını yitirenin Alevi olduğunu göstermektedir. Fakat cemevlerine imam da gelmektedir. İmamı cemevlerinde ne işi vardır? Alevilikte namaz var mı? Alevi gençlere sorarsanız “halkımızın dinsel inançlarına saygı gösteriyoruz” derler. Gençlerin sözünü ettiği halk Alevi değil mi? Alevilik de imam/imamlık diye bir kurum var mı?

Alevi inancına bazı Şii unsurların karıştığını söylüyoruz. “Ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” önerisiyle ilgili bazı somut gelişmelere de dikkat çekmekte yarar vardır. Örneğin Çorum merkezindeki Alevilerin Şiilere benzemeye başladıkları, kendilerine ait bir cami yaptıkları, camiye gittikleri gözleniyor. Şiilerin Hüseyin’in Kerbela’daki dördüncü halife Ali’nin Necef’teki türbesine sürünerek vardıklarını belirtmiştim. Türbelere, dergahlara sürünerek girme geleneğin bazı yerlerde, bazı Alevilerde de görüldüğü gözlenmektedir. Bunları Şiileşmenin bir göstergesi olarak değerlendirmek mümkündür.

Aleviliğe Şiilik unsurlarının nasıl girdiğini anlatmaya çalıştık. Aleviliğe Şamanist unsurlarının nasıl girdiğinin de aynı şekilde irdelenmesi gerekir. Bu konuda kısaca şu söylenebilir. Aleviliğin Şamanizmle ilişkisinin kurulması Osmanlı’nın son dönemlerinde İttihat ve Terakki ile başlamıştır. O yıllarda Balkan Savaşlarından (1912) hemen sonra İttihat ve Terakki Kürtleri Türkleştirmek, Alevileri Müslümanlaştırmak yolunda bazı projeler geliştirmeye çalışmaktadır. İttihatçılar Alevilerin Türklükle, eski Türk inançlarıyla bağını kurmaya çalıştılar. Dr. Fritz adıyla Kürtler kitabını yazan kişinin de İsmail Pelister takma adıyla yazılar yazan Habil Adem isminde bir İttihatçı olduğu bilinmektedir. 1918 yılında Osmanlı Muhacirin Dairesi tarafından yayınlanan bu kitapta Kürtlerin aslının Türk olduğu, Kürtçe dili denen dilin aslının Türk dili olduğu ispat edilmeye çalışılmaktadır. İttihat ve Terakkiye bağlı unsurlardan Baha Said Bey 1914-1915 yıllarında bu çerçevede Anadolu’ya gönderilmiştir. Alevi Cemaatıyla ilgili incelemeler yapar. Bunun için Alevilerin yaşadığı bölgelerde inceleme gezileri tertipler. Aleviliğin Şamanizmle bağının kurulması Şamanizmin Alevilikde yaşadığı, Baha Said Bey’in çalışmalarıyla temellendirilmeye gayret edilmiştir. Baha Said Bey “Türkiyede Alevi, Bektaşi, Ahi, Nusayri Zümreleri” başlıklı çalışmasında Şiiliğin Araplıkla, Aleviliğin Türklükle ilgili bir olay olduğunu anlatmaya, Aleviliğin eski Türk dininin bir devamı olduğunu ispat etmeye çalışmaktadır. Şeyh Safi’nin, Safiyüddin’in, 14. asrın ortalarında Erdebil’de kurmaya çalıştıkları Şiilikle Aleviliğin ilgisi olmadığını, Aleviliğin Türk dini, Türk İnancı olduğunu, Orta Asya’dan Oğuzlarla birlikte getirildiğini söylemektedir. O dönemde Türk Yurdu Dergisi etrafında toplanan Fuat Köprülü, Baha Said, Hamit Sadi (Selen), Hamid Vehbi gibi araştırmacılar da aynı görüşleri dile getirmektedir. Baha Said Bey bu çalışmaları Alevi cemaatına duyduğu ilgiden değil, Türk Milliyetçisi olduğu için yapmaya çalışıyor.

Aleviliğin Orta Asya kökenli olduğunu, Şamanizmin yani eski Türk dininin, eski Türk inancının Alevilerde yaşadığını yazan bir diğer araştırmacı Profesör Yusuf Ziya Yörükan’dır. Profesör Yusuf Ziya Yörükan 1931 yılında Atatürk tarafından “Türk Dinleri ve Türk Mezhepleri” üzerine bir kitap yazmaya memur edilmiştir. Profesör Yusuf Ziya Yörükan’da 1932 yılında “Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri” ve “Müslümanlıktan Sonra Türk Mezhepleri” konusunda iki cilt halinde her biri 400 sayfa civarında olan daktilo metni Atatürk’e sunmuştur. 1930’lu yıllar Türk Tarih Tezinin ve Güneş Dil Teorisinin geliştirildiği yıllar. En yüksek siyasi irade İlahiyat Profesörü Yusuf Ziya Yörükan’dan “Türk Dinleri ve Türk Mezhepleri” ile ilgili bir kitap yazmasını istiyor. Profesör Yusuf Ziya Yörükan ne yazabilir? Çok büyük bir olasılıkla siyasi iradenin uygun göreceği, hoşlanacağı düşünceleri yazar. Ismarlama üzerine yazılan kitaplardan bilim çıkmaz. Bu siyasi iradenin görüşlerini, isteklerini doğrulayan kitaplar yazılır.

Yusuf Ziya Yörükan’ın “Alevilik ve Tahtacılar” isimli kitabında bu düşünceler dile getirilmeye çalışılmıştır. Kitap Kültür Bakanlığı tarafından 1998 yılında yayımlanmıştır. Profesör Yusuf Ziya Yörükan’ın oğlu, Prof. Dr. Turhan Yörükan’ın “Yusuf Ziya Yörükan’ın Hayatı, Eserleri ve Alevilikle İlgili Görüşleri” başlıklı yazısı Yol dergisinin 8. sayısında (Kasım-Aralık 2000) yayımlanmıştır. (s. 59-91)

Bu yıllarda Baha Said, Yusuf Ziya Yörükan, Besim Atalay, Baha Toros gibi yazarlar hep Aleviliğin Şamanizmle, Orta Asyayla bağını kurmaya çalışmışlardır. Etnolog Hasan Reşit Tankut’da aynı görüştedir. Hasan Reşit Tankut’un “Zazalar Üzerine Sosyolojik Tenkitler” (Kalan Yayınları, Nisan 2000) kitabında bu konularla ilgili bazı değerlendirmeler vardır. Mehmet Bayrak’ın “Kürdoloji Belgeleri” (Özge, 1994) ve “Alevilik ve Kürtler” (Özge, 1997) isimli kitaplarında da Hasan Reşit Tankut’un devlet ve hükümet yetkilileri için hazırladığı bazı raporlar yer almaktadır. Daha sonraki yıllarda bu görüşler dönem dönem tekrar gündeme getirilmiş, tartışılmıştır.

Aleviler-Türkler ilişkisi ile Aleviler-Kürtler ilişkisinin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir kanısındayım. Ahmet Şık’ın ve Hatice Yaşar’ın “Alevi Gençler Konuşuyor” röportajına yine işaret etmek gereğini duyuyorum. Bazı gençler Kürt olduklarını ama Alevi kimliklerinin her zaman etnik kimliğin önünde olduğunu söylüyorlar. İşte bu kavrayışa, bu düşünceye, bu duyguya ve bu tutuma işaret etme gereğini duyuyorum. Bu anlayışın, bu sürecin gelişiminin incelenmesinde yarar vardır. Kürt sorunu söz konusu olduğu zaman bu anlayış egemen güçler tarafından yönlendiriliyor olabilir. Etnik kimliğin ön plana çıkarılmaması, gerilerde tutulmasını egemen değerlerle uyuşan bir düşünce ve tutum olduğu açıktır. Mehmet Bayrak’ın “Alevilik ve Kürtler” (Özge, 1997) kitabı bu konuda değerli bir inceleme, araştırma ve belgeler kitabıdır. Ali Ülger, 1990’ların başında yayınladığı “Yeni Divan”, 1990’ların sonunda yayınladığı “Pir” dergilerinde Alevi/Kızılbaş Kürtlerin sorununu dile getirmeye çalışmıştır. Haşim Kutlu “Alevi Kimliğini Tartışmak, Kitap 1, Alawiydiler, Hem de Kızılbaş” (Belge, 1997) ve “Temel Özellikleriyle Kızılbaş Alavilik, Talib’in El Kitabı” (Tarihsiz) isimli kitapları Alevilik ve Kürtler konusunda dikkate değer incelemelerdir.

“Arap Alevileri, Nusayriler” ibaresindeki Alevi sözcüğünün yanlış kullanıldığı kanısındayım. Türklerden ve Kürtlerden Aleviler olduğu gibi,Araplardan da Aleviler olabilir. Fakat Nusayriler olarak adlandırılan grubun Alevi olmadığı kanısındayım. İran’daki ve Irak’daki Şiiler gibi Nusayrilerin de Ali taraftarı olduklarını düşünüyorum. Şiilik her şeyden önce bir Araplık olayıdır. Irak’taki Şiilerin çok büyük bir kısmı Arap’tır. Nusayrilerin de Şii Araplar olduklarını, fakat Alevi olmadıklarını düşünüyorum. “Anadolu Aleviliği” doğru bir tanımlamadır. Fakat “Arap Aleviliği, Nusayriler” doğru bir tanımlama değildir. “Suriye Şiiliği, Nusayriler” tanımlamasının doğru bir tanımlama olduğu söylenebilir.

Eski yunanlılar Kızıılıırmak’ın Batı yörelerine Anadolu derlermiş. Azra Erhat Mitoloji Sözlüğü’nde (Remzi Kitabevi, 2. bs. İstanbul l978) Anadolu sözcüğünün, Adonis,Apollon, Artemis,Hektor Kybele, Midas gibi sözcükler yerine kullanıldığını belirtmektedir (s.339) Halbuki Alevilik daha çok Dersim, Koçgiri, Erzincan merkezli bir dinsel inançtır. “Anadolu Aleviliği” kavramının bu bakımdan yerinde bir kavram olmadığı söylenebilir.
Alevilik incelenirken “kızılbaş” kavramı üzerinde de durulmalıdır. “Kızılbaş” sözcüğü Şiileri mi, Alevileri mi anlatmaktadır? Azeri yazar Ali İsa Nicat Kızılbaşlar kitabında (Yurt Kitap-Yayın, 2003, çev. Züyfiye Veliyeva) “Kızılbaş” sözcüğü ile Şiileri anlatmaktadır. Ali İsa Nicat,Şeyh Safiyüddin’den beri yani
1430 lardan beri, savaşlarda, başlarına bağladıkları kırmızı bağlardan dolayı, Şiilerin “kızılbaş” olarak tanımlandıklarını anlatmaktadır. “Kızılbaş” kavramı Anadolu Alevilerinin tanımlanmasında da kullanılmaktadır. Alevi toplumu söz konusu olduğu zaman, Aleviler için Alevi, Kızılbaş gibi kavramların ne zamandan beri kullanıldıkları incelenmesi gereken bir konudur. “Kızılbaş” kavramı Alevileri mi, yoksa Şiileri mi anlatmaktadır veya hangisini daha çok anlatmaktadır?

Alevilik-Müslümanlık konusunda önemli bir sorun da, Alevi semahı ile Mevlevilikteki sema ayini arasındaki ilişkilerin irdelenmesidir.Müslümanlığın ilk asırlarında, örneğin Arap yarımadasında, Anadolu’daki sema ayini gibi bir ibadet biçiminin olmadığı açıktır Mevlevilikteki sema ayini Anadolu’ya has bir ibadet biçimidir. Müslümanlıktan önceki inançlarla, ibadet biçimleriyle ilişkili olması kuvvetle muhtemeldir. Ama, sema ayinleri ile Alevilikteki semah arasında çok büyük fark vardır.Sema ayinlerinde ibadet edenler, hep oldukları yerde dönmektedirler. Sadece erkekler bu ibadete katılmaktadır. İbadete sadece yetişkin erkeklerin katılması örneğin çocukların katılmaması belirtilmesi gereken önemli bir özelliktir. Sema ayininin özel bir mekanda, dergahta, Mevlevihanede yapılması yine önemli bir ayrıntıdır. Ayrıca toplumun üst tabakaları bu ibadete katılmaktadır. Üretimden kopuk bir yaşam biçimi, bir ibadet biçimi olduğunu daha önce de söylemiştim.Alevi semahlarındaysa, kadın-erkek, yaşlı-genç birlikte semah yürürler. Semaha Alevi toplumunun bütün üyeleri katılabilir.Alevi semahlarının toplumsal yaşamla organik bağlarının olduğunu, üretimle doğrudan ilişkili olduğunu, örneğin yaz aylarında semah düzenlenmediğini, semah yürümek için özel bir mekanın gerekli olmadığını, her evde semah düzenlenebileceğini daha önce de belirtmiştim.

İsmail BEŞİKÇİ

Kaynak: İsmail BEŞİKÇİ'den ezberbozan bir yazı: Aleviler'de Kafa Karışıklığı