FIKRET BASKAYA
Bir fotoğrafa kimin nasıl baktığı, bir tarihsel-toplumsal olayı kimin
hikaye ettiği, “nereye değil nereden bakıldığı” büyük öneme sahiptir.
Seksen altı yıldır Türk milliyetçilerinin ve egemen sınıf sözcülerinin
dillerine pelesenk ettikleri şu Misak-ı Milli ne menem bir şeydi?
Misak-ı Milli denilenin gerçek dünyada bir karşılığı var mıydı?
Tevatür edilenle gerçek durum arasında nasıl bir uyumsuzluk söz konusuydu?
İkinci adı ‘Ahd-ı Milli [ milli yemin] olan söz konusu beyanname için
gerçekten yemin edilmiş miydi? Eğer yemin edilmişse yeminin sahipleri
yeminlerine sadık kalmışlar mıydı?
Resmi tarihin nerdeyse kutsal metin mertebesine çıkardığı
Misak-ı Milli Beyannamesi somut bir gerçekliğe mi tekabül ediyordu yoksa bir retorik miydi?
Bu yazıda Misak-Milliyle ilgili gerçeği anlatmayı, başka türlü söylemek
gerekirse, ‘gerçeğin üstünü örten perdeyi’ kaldırmayı deneyeceğim.
TÜRKİYE’NİN YAKIN TARİHİ YALAN ÇÖPLÜĞÜDÜR
Türkiye’nin yakın tarihi esas itibariyle Mustafa Kemal’in
Nutuk‘ta
anlattıklarının bir tekrarı veya ona uydurma çabasının ürünüdür, tam
bir yalan çöplüğüdür, dolayısıyla daha baştan bir yöntem zaafıyla
malûldür. Bir toplumun tarihinin bir kesitini bir tek şahsiyetin,
üstelik o süreçte etkili olmuş bir şahsiyetin anlattıklarına
dayandırmak, bilimsellik kriteri bakımından kabul edilebilir değildir.
Elbette komprador egemen ittifakın, tarihi tahrif etmeye, olup
bitenleri kendi çıkarları doğrultusunda hikaye etmeye, yalan üretmeye ve
yalanı büyütmeye ihtiyacı vardı. Egemen olmak için gizlemek, gizlemek
için de yalan, tahrifat, çarptırma, yok sayma, adıyla çağırmama,
velhasıl hurafeler gereklidir. İşte bu amaçla ‘resmi tarihçiler taifesi’
canla başla çalıştı ve çalışmaya devam ediyorlar.
Elbette misyonları olayları tahrif etmek, çarpıtmak, hurafe ve yalan
üretmek, yalanı büyütmek olanların, rejim tarafından ödüllendirilmeleri
de anlaşılır birşeydir. Üstelik söz konusu taifenin gerçeği gizlemedeki
başarısı, bilimselliğin de gerçekleşmesi sayılıyor. Bu yüzden
bilim ve bilimci kavramlarına ihtiyatla yaklaşmak her zaman gereklidir.
GERÇEĞİ GİZLEYEN AKADEMİSYEN ÖDÜLLENDİRİLİYOR
Akademide yükselmenin yolu rejime dair yalanları üretmedeki ‘ sebat ve
başarıya’ bağlı. Rejimin adamları olan bu taifenin sloganı az çok
şöyledir:
gizliyorum o halde rejim tarafından ödüllendirilmeye de hakkım vardır… Oysa yalanı üretmek için büyük çaba gerekmiyor. Asıl zor olan yalanı teşhir etmek, yalancıların ipliğini pazara çıkarmaktır.
Yalanı teşhir etme kaygısı taşıyanların, gerçeğin peşine düşenlerin
işi, yalan üreticilerinden elbette daha zordur ama, gerçeğin safında yer
almaktan dolayı da yöntem üstünlüğüne sahip olduklarında şüphe yoktur.
Zaten uzun vadede gerçek yalana galebe çalar ki, bu eşyanın tabiati
gereğidir. Birincisi, gerçeği tam olarak gizlemek hiçbir zaman mümkün
değildir; ikincisi, gizlemek yok etmek değildir ve vakti geldiğinde
gerçek bütün ihtişamıyla arz-ı endâm eder.
EMPERYALİST SAVAŞTA OSMANLI DA BİR TARAFTI
Daha önce başka yerde yazdığım gibi, resmi tarih üreticileri, olayların
hikayesini Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 1919′dan başlatıyor. Sanki
bir emperyalistler arası savaş yaşanmamış ve Osmanlı İmparatorluğu söz
konusu savaşın tarafı değilmiş izlenimi yaratılıyor.
Velhasıl hikayenin başı sansür ediliyor. Yaratılan izlenim de kabaca
şöyle: Ülke toprakları işgal ediliyor ve Milli Mücadeyle düşman
defediliyor, bir ‘ulusal Kurtuluş Savaşı’ sonucu ülke kurtarılıyor…
Osmanlı İmparatorluğunun Almanya-Avusturya safında, İngiliz, Fransız,
Çarlık Rusyası’inin oluşturduğu İtilaf devleletlerine karşı emperyalist
savaşa katıldığı tarih olan 1914 yılında imparatorluğun nüfûz alanındaki
topraklar yaklaşık 5 milyon kilometre kare idi. Resmi tarih tarafından
büyük bir başarı sayılan Lozan Barış Antlaşması imzalandığındaysa 770
bin kilometre kareydi. İmparatorluk topraklarının ve nüfûz alanlarının
nerdeyse % 85′i kaybedilmişti.
T.C. OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN YENİ ADIYDI
Sahip olduğunun %85′ini kaybeden birinin %15′i koruduğu için aşırı
övünç duyması tuhaf değil midir? Demek ki, soruyu nasıl sorduğunuza
bağlı olarak cevap da değişiyor. Gerçekten ulaşılan sonuç abartılacak
bir başarı mıydı ya da kimin başarısıydı? Aslında T.C., Osmanlı
İmparatorluğunun emperyalizm tarafından budanarak kuşa çevrilen
versiyonunun yeni adıydı. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğundan
Cumhuriyete geçiş, resmi tarihçilerin hikaye ettiğinden farklı anlamlar
taşımak durumundaydı.
Emperyalist güçlerin bir aracı olan, bu günün Birleşmiş Milletler
Örgütü’ün ardılı Milletler Cemiyeti’nin [ Cemiyet- Akvâm] dayattığı
‘yeni dünya düzenine’ imparatorluğun merkezinin ve ondan koparılan
kısımların
uyumlandırılmasıydı.
Esas itibariyle birinci emperyalistler arası savaş [Harb-i Umumi],
odağında Osmanlı İmparatorluğunun bulunduğu ünlü “Şark Sorununu” çözmeyi
amaçlayan bir savaştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşta bir taraf
olarak yer alması, “çözümü kolaylaştırıcı” bir işlev görmüştü…
ABD SON ANDA SAVAŞA DAHİL OLDU
Osmanlı İmparatorluğunun TC’ye dönüşmesi de dahil, emperyalist savaş
sonrası ‘Orta Doğu’ denilen bölgenin bu günkü biçimini alması daha savaş
devam ederken Çarlık Rusyası’nın da onayını alan ‘
Antant devletlerinin’
İtilaf Devletleri’nden ikisinin, [İngiltere ve Fransa'nın]
imzaladıkları Skyes-Picot gizli anlaşmasıyla [veya mutabakıyla]
belirlenmişti.
Fakat 1917 Ekim devrimi bu anlaşmayı bazı bakımlardan ‘tadil etme
gereğini’ ortaya çıkarmıştı. Haritanın oluşmasında etkili bir üçüncü
unsur da, son anda [Nisan 1917] ABD’nin savaşa dahil olmasıdır. Sözünü
ettiğimiz bu üç unsurun diyalektiği, Ortadoğu coğrafyasını biçimlendirdi
ki, resmi tarih olaylara yön veren bu üç unsuru ısrarla yok saymayı,
değilse geçiştirmeyi yeğledi.
MİSAKI MİLLİYE YEMİNİ NE ZAMAN EDİLDİ?
Mustafa Kemal’in de gözden geçirip onayladığı anlaşılan, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından 1931 yılında yayınlanan
Tarih IV’te, “
Ferit
Paşa’ya teklif olunan sulh şartları yalnız Osmanlı Devletini değil,
Türk vatanını ve Türk Milletini de parçalamak mahiyetinde idi. Türkiye
Büyük Millet Meclisi, buna derhal mukabele etti ve 18 Haziran celsesinde
“Misak-ı Milliye” yemin ederek Türk topraklarının parçalanmasına musaade etmeyeceğini cihana ilãn eyledi” deniyor. (1)
Aynı eserin sonuna konulan kronoloji cetvelindeyse, 18 Temmuz 1920′de
Büyük Millet Meclisinin Misak-ı Milli için yemin edildiği yazılı…Belli
ki, bir rakam yanlışı var, zira TBMM’nin 18 Haziran 1920 de Misak-Milli
gündemli bir oturumu yok, doğru tarih 10 Temmuz 1920 olabilir ama o gün
de Misak-ı Milli gündemde yok. Nitekim o günkü oturumda milletvekili
yemini edildiği anlaşılıyor ve yemin şöyle:
“
Makam-ı Hilâfet ve Saltanatın ve Vatan ve milletin istiklâl ve
istihlâsından [elde edilmesinden] başka bir gaye takip etmeyeceğime
vallahi.”
HİLAFET VE SALTANATI KORUMA SÖZÜNÜ TUTMADILAR
Fakat, Misak-ı Milli’ye dair yazan ve konuşan herkes 18 Temmuz 1920
tarihini veriyor… Yeminde sözü edilen ‘vatan’ neresiydi, millet kimdi,
milletvekilleri yeminlerinin başına koydukları Hilafet ve Saltanatı
koruma sözünü neden tutmadılar? Neden yeminlerine ihanet ettiler?
Altı maddeden oluşan Misak- ı Milli’nin tüm maddelerinin ihlâl
edilmesi, arkasında durulmaması nasıl açıklanabilir? Bu ve benzer
soruları ortaya atmak ve tartışmak soruna açıklık getirmek bakımından
önemlidir. Her ne kadar resmi tarih,
Misak-ı Milli Beyannamesi‘ni kutsal bir metin mertebeseni çıkarmak için zorlansa da, aslında söz konusu olan gerçeklikten çok bir söylemdi.
İlerleyen sayfalarda Misak-ı Milli söyleminin izini sürerek, gerçekler
karşısındaki konumunu tahlil etmeyi deneyeceğim. Fakat, Misak-ı Milli
Beyannamesini yüceltenler sadece yerli resmi tarihçiler değil. Yerli
resmi tarihçilerin imdanına yabancı meslektaşları da yetişiyor.
30 Ekim 1918 de Osmanlı İmparatorluğuyla İtilaf devletleri arasında
Mondros ateşkes anlaşması imzalandı ama başta İngilizler olmak üzere
İtilaf devletleri bu anlaşmaya uymadılar. 1 Kasım 1918’de Musul İngiliz
generali Marhall tarafından işgal edildi. 23 Kasımda da Fransız generali
Franchet d’Esperay İtilaf devletleri adına İstanbulu işgal etti.
Yunanlılar 15 Mayısta İzmir’e çıktı, 25 Temmuz’da da Edirne’yi işgal
ettiler. 16 Mart 1920′de de İstanbul İtilaf devletleri tarafından resmen
işgal edildi ve böylesi bir ortamda 10 Ağustos 1920 de
Sevre Antlaşması
imzalandı. Mütareke koşullarında yapılan seçimler sonucu oluşan son
Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı 12 Ocak 1920′de toplandı ve 28 Ocak 1920 de
Misak-ı Milli’yi kabul etti.
MİSAK-I MİLLİ BEYANNAMESİ FELAH-I VATAN GRUBUNUN ESERİ
Misak-ı Milli Beyannamesi esas itibariyle mecliste oluşan sayıları 70 [kimilerine göre 88] olan
Felah-ı Vatan
grubunun eseriydi ve Meclis-i Mebusan’da yeterli çoğunluğun
sağlanamadığı bir gizli oturumda toplantıya katılanların oy birliğiyle
kabul edilip, 17 Şubat 1920′de de ilan edilmişti. Aslında söz konusu
beyanname Edirne mebusu Şeref Bey’in gayretleriyle Meclis gündemine
taşınmış ve yaptığı ‘duygusal’ konuşma etkili olmuştu. Altı maddeden
oluşan beyannamenin birinci maddesinde:
“
Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 günlü mütarekenin yapıldığı
sırada düşman ordularının işgali altında kalan ve Arap çoğunluğunun
oturduğu kısımların kaderi halklarının özgürce verecekleri oylara göre
belirlenmek gerektiğinden, sözü edilen mütareke hattı dahilinde ve
haricinde, dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı
saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde
bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve
hükmen ve hiçbir sebeple ayrılamaz bir bütündür” deniyor.
ARABİSTAN İÇİN HALK OYLAMASI YAPILMADI
Dikkat edilirse bu madde çelişkiler içeriyor, dolayısıyla iç
tutarlılıktan yoksun. Birincisi, ateşkes anında düşman ordularının
işgali altında kalan Arabistan için bir halk oylaması hiçbir zaman
gündeme getirilmiyor.
Ateşkes anında Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde bulunan ve
ateşkes ihlâl edilerek işgal edilen Musul Vilayeti Lozan Barış
Antlaşmasıyla İngilizlere bırakılıyor. Metinde yer alan mütareke
dahilinde ve haricinde ifadesi sınır sorununu bütünüyle
belirsizleştiriyor. Böyle bir ifade söz konusu olduğunda, ülke sınırları
belirsiz hale geliyor. Eğer bu ifade dikkate alınırsa ki, alınmak
zorundadır, artık sınırların nereden geçtiği belirsizdir…
Aynı şekilde Lozan’da çizilen sınırlar beyannamede sözü edilen; “
dinen,
ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık
duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam
çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen hiçbir sebeple
ayrılamaz” deniyor ama sadece dinen ve emelen, ırken ve sosyal
bakımdan uyum içinde olanlar değil, insanlar ailelere varıncaya kadar
parçalanıyor. Güney sınırında bölge halkınnın yaşadığı bu trajik durum
bu gün de devam ediyor. Bunun için Suriye sınırında dinî bayramlarda
yaşananları hatırlamak yeter…
BATUM NASIL GÜRCİSTAN’A BIRAKILDI?
Beyannamenin ikinci maddesi; “Madde 2-
Ahalisi ilk serbest
kaldıkları zamanda aray-ı ammeleriyle [özgür iradeleriyle] anavatana
ilhak etmiş olan elviye-i selase [Kars, Ardahan, Batum] için ledelicap
[istenirse] arayı ammeye [halk oyuna] müracat edilmesini kabul ederiz” şeklinde.
Bu madde de ihlâl ediliyor. Halk oylaması söz konusu olmuyor ve Batum Gürcistan’a bırakılıyor.
BATI TRAKYA İÇİN HALK OYLAMASI NEDEN YAPILMADI?
Üçüncü madde Batı Trakyanın statüsüyle ilgili. Batı Trakya’nın
geleceğinin Wilson Prensipleri [self- determinasyon] gereği halk
oylaması sonucu belirleneceğine dair ve Batı Trakya konusunda da aynı
elviye-i selase de olduğu gibi halk oylaması konusu savsaklanıyor ve bu maddeye rağmen Batı Trakya denilen bölge Yunanistan’a bırakılıyor.
Dördüncü Madde yukarda sözünü ettiğimiz Milletvekili yemininde de yer alan “Hilafet ve Saltanat makamının korunmasıyla ilgili:
HİLAFETİ KORUMA SÖZÜ VERİP TASFİYE ETTİLER
“Madde 4:
Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve Payitaht-ı Salatan-ı
Seniyye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehri ile
Marmaran-a Denizi’nin emniyeti her türlü halelden masun olmadır…” şeklinde.
Hilafet ve Saltanat Makamı kurtarılmak bir yana, bizzat bu beyannameyi
hazırlayanlar tarafından tasfiye ediliyor! O halde Hilafet ve Salatanatı
kurtarma yemini edenlerin söz konusu makamı bizzat tasfiye etmelerinin
sebeb- i hikmeti nedir?
Bu önemli soruyu birazdan tarışma konusu yapacağım ama burada şunu
hemen söylemek gerekiyor: Böyle bir tasfiye başta İngilizler ve
Fransızlar olmak üzere, emperyalist devletlerin istediği bir şeydi ve bu
işi yapmak da Kuvayı Milliyeci kemalistlere düşmüştü…
LOZAN VE TC’NİN VAR OLUŞU
Beyannamenin beşinci maddesi azınlıklar hukukuna karşılıklılık esasları
dahilinde uyulacağıyla ilgili. Altıncı ve son maddenin bu günkü dildeki
ifadesi şöyle: Madde 6- “
Ulusal ekonomik gelişmemize olanak
sağlamak ve daha çağdaş düzenli bir yönetimle işlerimizi yürütebilmemiz
için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve özgürlüğe ihtiyacımız
vardır. Bu, yaşam ve geleceğimizin temelidir. Bu yüzden siyasal, hukuki
ve mali, vs. gelişmemize mani sınırlamalara karşıyız. Borçlarımızı ödeme
biçimi de bu esaslara aykırı olmayacaktır.”
Lozanda sadece sınırlar konusunda değil, mali ve ekonomik konularla
igili de Misak-Milli’nin ruhuna ve lafzına aykırı çok önemli tavizler
verildi. Misak-ı Milli o alanda da by-pas edilmişti. Resmi tarih’in
sansür ettiği Lozan Barış anlaşmasının asıl adı
Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı‘dır
ve bilinen anlamda bir antlaşmadan çok, tam bir emperyalist dayatmadır.
Lozan’da emperyalisler istedikleri her şeyi dikte ettirmişlerdi…
Eğer diplomatik dile ve ‘nezakete’ itibar edilmezse, konferansın adı”
Ortadoğuyu bölüp parçalama konferansı da olabilirdi. İşte T.C. o parçalardan bir olarak varolmuştu.
Dolayısıyla, tüm alanlarda olduğu gibi iktisadi, mali, siyasi konularda da dayatmalar içeriyordu.
MİLLET KİM, VATAN NERESİ?
Millet kimdi, vatan neresiydi, hudutlar nasıl çizilmişti, “milli menfaat” denilen aslında kimin menfaatiydi?
Misak-ı milli‘deki
milli kelimesi milletle ilgili,
millete ait anlamındadır ama oradaki millet bu günkü ulus anlamında
değildi. Misak da sözleşme anlamını içeriyor. Misak-ı Milli’den
anlaşılan da millet sözleşmesi olabilir. Çoğulu milel olan milletin
Osmanlı iktidar sisteminde ifade ettiği anlam bu günkünden farklı
olarak, dine gönderme yapıyor ve “bir dine, bir inanca mensup olan
topluluğu” ifade ediyordu. Osmanlı sisteminde bir topluluk eğer farklı
dine mensupsa farklı bir millet sayılıyordu.
Müslüman milleti, Hristiyan milleti, Yahudi milleti gibi…Osmanlı
imparatorluğunun son dönemlerinde sadece bir dine mensip olanlar değil,
değişik Hrıstiyan mezheplerine mensup topluluklar da
millet sayılıyordu. Bu o kadar ileri götürüldü ki, bir mezhebin içindeki farklı etnik unsurlar da
millet
sayılıp o statüden yararlanır olmuşlardı. Bu aşamada bir parantez
açarak, Osmanlı İmparatorluğunun varlığını koruyabilmek için ne tür
çabalar içine girdiği ve millet kavramının nasıl bir gelişim seyri
izlediğini hatırlatmak uygun düşüyor.
İLK DENEME ‘OSMANLI MİLLETİ’ ADINA…
Batı Avrupa’da ulusculuğun gelişmesi, zengin bir etnik- dinî, kültürel,
sosyal çeşitliliğe sahip Osmanlı İmparatorluğunda yankılanmaması mümkün
değildi. Doğu Avrupa ve Balkanlardaki uluslar birer birer
impatarorluktan koparken, Osmanlı yönetici kliği bu süreci durdurmak,
imparatorluğun bütünlüğünü korumak için genel iradeye dayalı, farklı
dinî ve etnik unsurlara eşit haklar ve yasal statü tanıyan bir
Osmanlı Milleti yaratmayı denedi. Bu günün moda deyimi ‘anayasal vatandaşlığa’ dayalı bir birlik amaçlanıyordu.
Tanzimat dönemi sonrası, özellikle de Âlî ve Fuat Paşalar zamanında
gündeme getirilen bu proje başarılı olamadı, imparatorluktan kopuşlar
devam etti.
Mithat Paşa’nın düşüşünden sonra, hiç değilse Müslüman unsurları bir arada tutmayı amaçlayan bir
Tevhid’i İslam [islam birliği] projesi gündeme getirildi ama tarihsel koşullar bu tür bir projenin de gerçekleşmesi için uygun değildi.
İTTİHATÇILARIN TÜRK İMPARATORLUĞU PROJESİ
1908 Jön Türk [İttihatçı] darbesinden sonra, ırka dayalı, panturan bir
milliyetçilikle Batı’dan kovulmayı ‘Türk ırkının’ yaşadığı doğuya doğru
genişleyerek ödünleme hezeyanlarına kapılmışlardı. Aslında
İttihatçıların, özellikle de onların etkin kanadının [Enver, Talat,
Cemal Paşalar] emperyalist savaşa katılma isteği biraz da bununla
ilgiliydi. Bu ‘Türk ırkının’ yaşadığı bölgeleri kapsayan bir Türk
imparatorluğu kurma projesiydi. Sözünü ettiğimiz bu üç arayış başarısız
oldu ve emperyalist savaşın sonunda imparatorluk çöktü…
İLK BAŞTA TÜRK MİLLETİ DİNİ BİR İÇERİĞE SAHİPTİ
Kavram kargaşası ve arayışlar milli mücadele ve sonrasında da devam
etti. Milli Mücadele dönemi olan 1919-1922 aralığında Millet ve Türk
Milleti kavramı hâlâ dinî bir içeriğe sahipti, etnik bir nitelik
taşımıyordu. Gerek bizzat Mustafa Kemal tarafından, gerekse Büyük Millet
Meclisi üyeleri tarafından kullanılan dil tartışmasız dinî içeriğe
sahipti. Nitekim Milli Mücadele boyunca söz konusu mücadelenin öznesi
sayılan
millet sözcüğünden anlaşılan, Anadolu ve Rumeli’nin
Müslüman ahalisinden başkası değildi. Misak-ı Milli Beyannamesinde ”
Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun bulunan aksam” denilen de odur.
MİSAK-I MİLLİ’DE TÜRKLÜKTEN SÖZ EDİLMİYOR
Dikkat edilirse beyannamenin hiçbir yerinde Türk’ten Türklük’ten ve
Türk Milletinden söz edilmiyor. Bu durum dönemin başka metinlerinde de
öyledir. Mesela
Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti nizamnamesinde “
bilcümle anasır-ı islamiye” ibaresi yer alıyor ve Türk ve Türklüğe gönderme yapılmıyor. Nizamnamede ”
bilumum islam vatandaşlar cemiyetin aza- ı tabiiyesindedir” deniyor.
Dönemin tüm metinlerinde ve konuşmalarda Araplar hariç tutularak İslam
milletinden söz ediliyor. Eğer etnik/kültürel kimlik değil de, dine
gönderme yapan bir
millet söz konusuysa, müslüman Arapların neden bunun dışında tutulduğu sorusu ister istemez akla gelir. Aslında bunun Batılı söyleme
uyumun bir gereği olduğu söylenebilir ki, bu da Milli Mücadelenin tarihsel anlamına dair esaslı sorunları tartışmayı gerektirecektir.
Bilindiği gibi, Batılılar Osmanlı yönetimi altındaki Anadolu ve Rumeli’ye çoktan beri Türkiye adını vermişlerdi ve doğal olarak o bölgede yaşayan halka da etnik fark gözetmeksizin Türk diyorlardı.
Mustafa Kemal de 1 Mayıs 1920′de BMM deki konuşmasında, “(Büyük Millet
Meclisi’ni) teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez
değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı
islamiyedir, samimi bir mecmuadır” (2)diyordu. Bir başka vesileyle de
Mustafa Kemal benzer şeyler söylüyor, Anasır-ı islamiyeden ne
anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek istiyordu:
“Bu hudud- u milli dahilinde tasavvur edilmesin ki, anasır-ı
islamiyeden yalnız bir cins millet vardır. Çerkes vardır ve anasır-ı
saire-i islamiye vardır. İşte bu hudut, memzuç bir halde yaşayan bütün
maksatlarını, bütün manasıyla tevhit etmiş olan kardeş milletlerin
hudud-u millisidir. (Hepsi islamdır, kardeştir sesleri). (3) Karesi
mebusu Abdülaziz Efendi de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndaki bir
konuşmasında [19 Şubat 1920] şunları söylüyor: ” [Türkten] maksat Türk,
Kürt, Çerkes, Laz gibi anasır-ı muhtelife-i islamiyedir. Bu böylemidir?
(Hay hay, öyledir sadaları, alkışlar]. Eğer Türk kelimesinin manası bu
değilse, rica ederim, burada nutuk iradedildikçe Türk tabiri yerine
anasır-ı islamiye densin.”
MÜBADELEDEKİ KRİTER ETNİK DEĞİL, DİNİDİR
Lozan Konferansı gereği yapılan nüfus mübadelesi de yukardaki
yaklaşımın devam ettiğini gösteriyor. Nüfus mübadelesindeki kriter
etnik-kültürel değil dinîdir. Bu konuda Sevan Nişanyan şunları yazıyor:
“Türkçe konuşan, Grek hafleriyle yazan ve kiliselerinde Türkçe dua eden
Karamanlılar ve Pontus Ortodoksları, ısrarlı protestolarına rağmen
‘Rum’ sayılarak sınır dışı edilmişler, buna karşılık ırk ve anadil
unsuru göz önüne alınmaksızın Girit ve Rumeli’nin Müslüman halkı ‘Türk’
sayılarak muhacerete kabul edilmişlerdir. Cumhuriyet döneminde anadili
Rumca olan Müslüman Of’lular, cumhurbaşkanlığı (Cevdet Sunay), bakanlık
(Adnan Kahveci) , cunta üyeliği (Alb. Ahmet Kahraman) ve diyanet ileri
başkanlığı (Dr. Mustafa Yazıcıoğlu) makamlara yükseleceklerdir. Buna
karşılık anadili Türkçe olan hıristiyanların aynı mevkilere
gelebileceklerini düşünmek, muhayyile sınırlarını zorlar” – . (4-5)
İlerleyen dönemde, özellikle ırk esasına dayalı millet anlayışının
(ırkçı milliyetçiliğin) abartıldığı 1930′lu yıllar ve sonrasında retorik
değişse de bu anlayışın varlığını koruduğu görülüyor.
ATEŞKES ANLAŞMASI TESLİMİYETİN İFADESİ
Misak- ı Milli Beyannamesi’nde ülkenin sınırları konusunda ateşkes
anlaşması [Mondros Mütarekesi] sırasındaki durumun kabulü, sınırlar ve
vatan kavramıyla ilgili soruları akla getiriyor. Aslında bu tür bir
yaklaşım teslimiyetin ifadesidir. Eğer ateşkes anındaki durum farklı
olsaydı, mesela Ankara işgal edilmiş olsaydı o zaman vatan
topraklarınını sınırı da farklı olurdu. Bunun tersi de pekala mümkündü.
Düşman orduları 30 Ekim 1918′deki hattın gerisinde durdurulmuş olsaydı,
ülke sınırları, dolayısıyla Misak-ı Milli’ye dahil edilecek topraklar
daha geniş olurdu.
Eğer bir ülkenin toprakları işgal edilmişse bu haksız bir durumdur ve
düzeltimesi gerekir. Kuvayı Milliyeciler öyle bir talepte bulunmayı asla
akıllarından geçirmiyorlar. O kadar ki, emperyalist işgalcilerin
Mondros Mütarekesine rağmen işgale devam etmesini bile sorun etmiyorlar…
ERMENİ VE RUMLARIN MALLARINA EL KOYDULAR
Misak-ı Milli Beyannamesinin altı maddesinin de ihlâl edildiğine
bakılırsa, Kuvayı Milliyeciler her koşulda emperyalist itilaf
devletleriyle uzlaşmaya, onların tüm isteklerini kabule hazırdılar ama
bir şartla:
Kutsal devletleri korunacaktı. Onlar için hududun şuradan veya buradan geçmesi önemli değildi. Zaten
millet‘ten
anladıkları da devletti. Devleti kurtarmak milleti ve vatanı
kurtarmakla özdeşti. Osmanlı yönetici bürokrasisinin ve katledilen
ve/veya sürgün edilen Ermenilerin ve Rumların mallarına el koymuş
Müslüman-Türk tüccar sınıfının çıkarı
milli çıkar sayılmıştı.
O halde Lozan Konferansında son derece mütevazı Misak-ı Milli
şartlarının dahi budanması nasıl açıklanabilir? Osmanlı İmparatorluğunun
yaklaşık son yüzyılı, Avrupalı emperyalistlerden birine vaya diğerine
yaslanıp, aralarındaki çelişkilerden yararlanarak ayakta kalma “ilkesine” dayanıyordu.
Dönemin hegemonik emperyalist gücü olan İngiltere ve ikinci derecede
emperyalist-sömürgeci bir güç olan Fransa, imparatorluğu doğrudan
sömürge statüsüne indirgemek yerine – ki, bu diğer emperyalist güçlerle
sorun yaratmak demekti- onu yarı-sömürge statüsünde muhafaza etmeyi
yeğlediler.
Bütün bu zaman zarfında Osmanlı yönetici elitinde emperyalist bir güce
-tercihan Büyük Britanya’ya- dayanmadan varolamıyacaklarına dair bir
“bilinç” oluştu. Fakat İngiltere 19. Yüzyılın sonuna doğru [1895]
yukardaki yaklaşımdan uzaklaştı. Mondros Mütarekesi sonrası dönemde tüm
kesimlere hakim olan bilinç emperyalistlerin insafına sığınmak
şeklindeydi.. İtilaf devletlerini incitecek, gücendirecek hiçbir söz
söylememeye, hiçbir eylemde bunumamaya büyük özen gösterme leri bu
yüzdendir. Hepsinin kafasında az-çok su soru vardı:
“Acaba başta ingiltere olmak üzere düvel- muazzama bize neyi münasip görüyordu…”
SİVAS KONGRESİ’NDE MANDA TARTIŞMASI TESADÜF DEĞİLDİ
Anlamaya çalıştıkları o idi. Sivas Kongresi’nin manda tartışmalarıyla
geçmesi bir tesadüf değildi. Kongreye katılan delegelerin sorunu, hangi
devletin mandasına girmek ehven-i şerdir, ya da acaba bizi hangisi kabul
eder sorularının tartışmasıyla geçmişti. Bir Amerikan mandasının
ehven-i şer olduğu düşüncesi ağır basıyordu ama Amerika Birleşik
Devletleri Anadolu’da bir manda rolü üstlenmeye yanaşmamıştı.
Dönemin belgeleri, konuşmalar, emperyalistlerle temaslar süresince
takınılan tavır, ‘Barış Konferanslarındaki’ Osmanlı delegasyonunun tavrı
ve benimsenen üslûp, söylediğimizi doğrular neteliktedir.
Durum böyle olduğu halde resmi tarih çok farklı bir söylem geliştirdi ki, bunların başında
yedi düveli yenme
safsatası geliyor. Fakat hepsi bu kadar da değil… Lozan, savaş
meydanlarında kazanılan zaferin diplomatik alandaki taçlandırılması
olarak sunuldu, hâlâ da sunulmaya devam ediyor.
LOZAN: BİR ANTİEMPERYALİZM MASALI NASIL YAZILDI
Oysa Lozanla ilgili gerçek tam da Tolga Ersoy’un kitabının başlığına uygun düşüyordu: “Lozan: Bir Antiemperyalizm masalı Nasıl Yazıldı?“. (6)
Yedi düvel yenilmedi ama Lozan’da yedi düvelin her istediğine razı oldular. Oysa,
mütareke’den sonra İtilaf devletlerine tek kurşun atılmadı. Bir tek
Yunanlılarla savaşıldı ki, emperyalist güçler Yunanlılara desteği kesip
1920′den sonra Kuvayı Milliyecilerle uzlaşma tercihi yaptıkları andan
itibaren Yunan ordusunun Anadolu’da tutunması imkânsızdı.
Kaldı ki, Yunanlılarla savaş resmi tarihin ısrarla abarttığının aksine sınırlı bir savaştı. 15 Ekim 1921′de imzalanan
Türk-Fransız İtilafnamesi emperyalistlerle uzlaşmanın başlangıcıydı ve söz konusu
İtilafname Misak-ı Milli’nin açık ihlâli anlamına geliyordu…
MİSAK-I MİLLİYE VE YEMİNİ HATIRLATMANIN BEDELİ
“Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı” sadece Türkiye ile İtilaf
devletleri arasındaki sorunları emperyalizmin tek yanlı çıkarına olarak
çözen bir antlaşma değil, Ortadoğuyu biçimlendiren, bölgedeki
emperyalist çıkarları güvence altına alan bir düzenlemeydi. Söz konusu
antlaşma zaten son derecede mütevazi şartlar içeren Misak-ı Milli’nin de
gerisindeydi.
Türkiye Lozan’da fiilen olmasa da hukuken hålâ Osmanlı İmparatorluğuna
ait olan Suriye, Irak, Lübnan, Filistin’in manda yönetimlerine
bırakılmasını kabul etti. Aynı şekilde Mısır, Sudan ve Libya üzerindeki
tüm haklarından vazgeçti.
Limni, Semandirek, Midilli, Sakız, Sisam, adaları dahil 12 ada
Yunanistan ve İtalya’nın hükümranlığına bırakıldı. İskenderun sancağı
Suriye sınırları dahil edilerek, geçici nitelikteki Türk-Fransız
İtilafnamesi onaylandı. Batı Trakya Yunanistan’a, Musul İngilizlere
bırakıldı.
Sonuç itibariyle söz konusu antlaşmayla, Batı Trakya, Ege
adaları, Musul, İskenderun sancağı [bugünkü Hatay vilayeti] , Batum
[Gürcistan sınırlarına dahil edildi] Misak-ı Milli’ hilafına “çözüldü”…
TÜRK DONANMASI BOĞAZLARA GİREMEDİ
Türk donanmasının Çanakkale ve İstanbul boğazını girişi yasaklandı (ve bu durum 22 Temmuz 1936
Montrö Boğazlar Sözleşmesi, imzalananıncaya kadar devam edecekti), Osmanlı borçları kabul edildi ve 1951 yılına kadar da ödendi,
“…beş sene müddetle- Türkiye’de adli idare ıslah edilene kadar-
hukukçulardan müteşekkil bir müşavirler heyetinin” Türkiye’de görev
yapması kabul edildi ki, bu durum Türkiye’de 1920′li yıllarda yapılan
“hukuk inkilabının’ gerisinde kim olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye hukuk
sistemini emperyalizmin ihtiyaçlarıyla
uyumlandırma sözü verdiğinde kapitülasyonların kaldırılması artık sorun olmaktan çıkmıştı.
Kaldı ki, İttihatçılar kapitülasyonları tek taraflı olarak daha önce
kaldırmışlardı. Zaten Kapitülasyonlar da emperyalizm için anlamını
çoktan yetirmişti, zira, Türkiye burjuva hukukunu kabul edeceği sözünü
verdiği koşullarda, hukukî kapitülasyonların kaldırılması emperyalizm
için sorun teşkil etmiyordu. Nihayet, Lozanda gümrüklerin beş yıl
süreyle eski düzeyinde korunacağı taahhüt edildi.
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ’NDE VERİLEN MESAJ
Birinci Lozan görüşmeleri kesildiği koşullarda, alel acele toplanan
İzmir İktisat Kongresi’yle, emperyalist kampta kalınacağı, emperyalizmin
ekonomik-ticari-finansal çıkarlarına zarar verilmeyeceği imâ edildi…
İşte resmi tarihin eşine az rastlanır bir diplomatik zafer saydığı, her
yılın 24 Temmuz’unda resmen kutlanan, ‘ateşli nutuklar atılan’ şu ünlü
Lozan antlaşması böyle bir şeydi…Bu durum,yenilginin, teslimiyetin nasıl
bir zafer olarak sunulabildiğinin ve buna insanların nasıl
inandırıldığının ibret verici bir örneğidir.
Misak-ı Milli diye yola çıktığını ilân eden, her vesileyle Misak-ı
Milli’den söz eden BMM üyelerinin bu kadarını kabullenmesi elbette kolay
değildi. Lozan Konferansı’na gönderilen İsmet Paşa başkanlığındaki Türk
delegasyonu, başta İngiliz heyet başkanı Lord Curzon olmak üzere,
emperyalist delegasyonların dayatmaları karşısında bir varlık
gösteremedi.
BMM’nin heyete verdiği, sınırlar, Adalar, Batı Trakya,
Boğazlar, azınlıklar, kapitülasyonlar ve borçlarla ilgili, vb.
talimatla, emperyalist cephenin talepleri arasında bir “uyum” ve
“uzlaşma” mümkün olmadı. Bunun üzerine görüşmeler kesildi (4 Şubat
1923).
Mustafa Kemal 23 Nisan 1920′de kendini BMM başkanı seçtirmeyi
başardığı tarihten itibaren, sahsi iktidarını güçlendirmek için sürekli
mücadele etti. Tüm çabalarına rağmen BMM üzerinde tam hakimiyet
kurmayı başaramadı. Daha Lozan’a gönderilecek heyetin seçiminde
sorunlar çıksa da Mustafa Kemal, İsmet İnönü başkanlığında bir heyeti
Meclise kabul ettirdi.
ALİ ŞÜKRÜ BEY GÖZDAĞI İÇİN ÖLDÜRÜLDÜ
Birinci tur Lozan görüşmelerinde dayatılan koşulları mevcut meclis
kompozisyonunun kabul etmesi mümkün görünmüyordu. Lozan’da verilen
tavizlere en şiddetli eleştirileri yönelten şahsiyetlerden biri olan
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey hunharca katledildi. Bununla BMM üyelerine
gözdağı veriliyordu… Böylece itiraz edenlere bir mesaj verildi ama
Mustafa Kemal bu kadarıyla yetinmeyerek, meclisi feshetti ve birkaç kişi
dışında muhaliflerin yeniden seçilmesi engellendi.
Misak- ı Milli Mustafa Kemal ve dar ekibi için artık bir ayakbağı
haline gelmişti. İsmet Paşa delegasyonuna ve Rauf Bey Hükümetine sert
eleştiriler yönelten İzmit milletvekili Sırrı Bey’in Misak-ı Milli
Beyannamesini bizzat kaleme alanlardan biri olduğunu hatırlatması
üzerine Mustafa Kemal, “
Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belalar koydunuz” (7) dediği biliniyor.
Lozan ‘barış görüşmeleri’ üzerinde Meclis’te sert tartışmalar sürerken, söz alan Mustafa Kemal, “Misak-ı
Milli’nin ne olduğunu önce anlamalı, ondan[sonra] mütecavizlerin kimler
olduğunu ortaya koymalı. Misak-ı Milli hiçbir zaman şu hat şu hat diye
hiçbir zaman hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve
Heyet-i Celile’nin iabet- hazarıdır” demişti.
MİSAK-I MİLLİ’DE AÇIKÇA BELİRLENMİŞ SINIRLAR YOK
Mustafa Kemal eleştirileri püskürtmek için hep sınırların belirsizliği
argümanını kullanmayı yeğledi. Gerçekten de Misak-ı Milli’de açıkça
belirlenmiş sınırlardan söz edilmiyordu.
Beyannamenin birinci maddesindeki “
mütareke hattı haricinde ve dahilinde” ibaresi bu tür manipülasyonları kolaylaştırıyordu.
Gerçekten de mesele sınır meselesi değil, “
milletin menfaatiydi”
milletten kastedilen de devletti, orada söz konusu olan kutsal devletin
sahipleriinin menfaatiydi… Misak-ı Milli’ye dahil olan Musul savaşsız,
çatışmasız İngilizlere bırakılmıştı ama hâlâ “Kerkük Türktür, Türk
kalacak” türü nutuklar atılıyor. Misak-ı Milli’ye dahil olmayan Kıbrıs
için ‘barış harekâtı’ düzenlenip adanın kuzeyi işgal ediliyor…
KÜRTLER MİSAK-I MİLLİ’NİN NERESİNDE DURUYORDU?
Bilindiği gibi, Misak-ı Milli Beyannamesi’nde Kürt adı geçmiyor.
Birinci maddede “din ortaklığından”, “Osmanlı İslam ekseriyetinden”,
“ayrılık kabul etmez bir bütün”den söz ediliyor. Milli Mücadele boyunca,
“Türklerin ve Kürtlerin Misak-ı Millisi”nden, self determinasyon’a,
muhtariyete, mahalli idare kurma hakkına varıncaya kadar bir dizi vaadde
bulunulsa, Kürtlerin farklı bir etnik kökene sahip oldukları çekingen
bir tarzda da olsa da ifade edilse de, o dönemde geçerli ‘millet’
anlayışından ötürü, Kürtlerin
Türk Milletinden sayıldığı izlenimi ortaya çıkıyor.
Fakat gerek beyannamenin birinci maddesi, gerekse de Mustafa Kemal’in
18 Aralık 1919 tarihli demeci, daha işin başında çelişkiyi ortaya
koyuyor. Nitekim, Mustafa Kemal söz konusu demecinde şunları
söylüyordu:” [...]
devlet için milli yeni bir hudut kabul ettik [...]
Bu hudut ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda
Türk ve Kürt anasırıyla meskun aksamı vatanımızı tahdit eder”. (8)
Kürt yurdu olan Musul Vilayeti 2 Kasım 1918’den itibaren İngilizlerin
işgali altında olduğuna göre, Kürdistan’ın bölünüp-parçalanmasına razı
olunduğu, bu durumun sorun edilmediği anlalışıyor…
Mustafa Kemal 24 Nisan 1920’deki demecindeyse, “
(Erzurum
Kongresinde) vatan hududu dahilinde yaşayan anasır-ı İslamiyenin her
birinin kendine mahsus olan muhitine, âdatına, ırkına mahsus olan
imtiyazatı bütün samimiyetle ve mukabilen kabul ve tasdik edilmiştir” (9) diyor.
Açıkça ifade edilmese de Kürtlerin self-determinasyon hakkına sahip
oldukları imâ edildiyor. Fakat Amasya Protokollerinde daha net ifadeler
kullanıldığı görülüyor. Bir taraftan bu tür beyanatlar verilirken, diğer
yandan da Türk, Kürt, Çerkes, vb. birliğine ve bunların bölünmezliğine
yapılan vurgunun dozu artıyor. Develetin durumu netleştikçe, başta
Mustafa Kemal olmak üzere, yönetici kliğin duruma hakimiyeti pekiştikçe,
emperyalistlerle anlaşma yolunda mesafe kaydedildikçe, uslubun da
değiştiği görülüyor. Bu sorunla ilgili yapılan tüm konuşmalar mutlaka
birliğe-bölünmezliğe yapılan bir vurguyla bitiyor.
HEDEF KÜRTLERİ DE TÜRKLEŞTİRMEK…
Meclisin ve hükümetin hem Kürtlerin, hem de Türklerin meclisi ve
hükümeti olduğu, Lozan Konferansı’na giden heyetin Türkleri ve Kürtleri
temsil ettiği, Misak-ı Milli’nin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de
Misak-ı Milli’si olduğu ifade ediliyor.
Eğer söylemin lafzından ziyade ruhu dikkate alınırsa, asıl niyetin
Kürtleri Türkleştirmek olduğunu söylemek mümkündür. Adadolu’da Türk
ırkına dayalı bir devlet-ulus kurmak isteyenler, ülkeyi Rum ve
Ermenilerden temizleyerek zaten bu yolda büyük bir mesafe
kaydetmişlerdi. Geriye Kürtleri Türkleştirmek, değilse hizaya getirmek
kalıyordu. TC elbette Kürtlerle birarada yaşamak isitiyordu ama bir
şartla: Kürtler hiçbir hak talebinde bulunmadıkları sürece…
TC iktidarının bu tür bir politika uygulayabilmesi, bizzat Kürtler
tarafından da kolaylaştırılmıştı. Nitekim herbiri ayrı bir ‘devletçik’
halindeki Kürt aşıret şefleri arasındaki bölünmüşlük ve rekabet, onların
gelecekleriyle ilgili ortak tavır almasını, ortak bir politik proğram
izlemesini olanaksız hale getirmişti.
Bir bölüğü açıkça Kuvayı Milliyecilerle ortak hareket ederken, bir
bölüğü de silahlı mücadele yürütüyordu, bir başka kesim iki taraf
arasında ‘kararsızdı’, vb. Zaten Kürt aşiret reisleriyle Kuvayı
Milliyeciler arasındaki “
muğlak mutabakat” Hilafet Makamı’nın tasfiyesinden sonra problemli hale gelmişti.
Resmi söylem, sorunun Lozan Konferansı’nda çözüldüğünü, Kürtler
Lozan’da temsil edilerek Self- determinasyon hakkını kullandıklarını,
artık söyleyecek sözlerinin olmadığını ileri sürerek, sorunu kapatmaya
çalışıyor.
KÜRTLER LOZAN’DA TEMSİL EDİLDİ Mİ?
Gerçekten Lozanda Kürtler temsil edilmiş miydi? Edilmişse ne kadarını
kim temsil etmişti? Bu soruların burada cevaplanması için yerimiz yok
ama şu kadarını söyleyebiliriz: Kürdistan’ın güneyi [Musul Vilayeti]
ingiliz işgali altında olduğuna göre, Lozan’a o bölgeden temsilcilerin
katılması zaten mümkün değildi. Üstelik Kürtler İngilizlerle
savaşmaktaydı. Daha baştan İngilizlerle anlaşarak Kürt yurdunun
parçalanmasına onay verenlerin bu gün hâlâ Kürtlerin self-determinasyon
hakkını kullandığını söylemesi ne anlama geliyor?
Resmi tarih imalatçılarının zorlamaları ve imal ettikleri
safsatalar bir yana bırakılırsa, TC’nin sınırları ‘yedi düvele’ karşı
‘ulusal bir kurtuluş savaşı’ veren Kuvayı Milliyeciler tarafından değil,
emperyalistler tarafından ve onların tekyanlı çıkarlarını
gerçekleştirecek biçimde çizilmişti.
EMPERYALİSTLER ERMENİSTAN’IN KÜÇÜLMESİNİ İSTEDİ
Daha önce başka yerde (10)yazdığım gibi, Sovyet Devrimi ve iç savaşta
Bolşeviklerin zaferi, emperyalist hesapları alt-üst etmişti.
Bolşeviklerin zaferi ve devrimin yayılma potansiyeli karşısında başta
İngiltere olmak üzere emperyalist güçler, Sevre Antlaşması’nda tâdilat
yapmak zorunda kaldılar.
Orhan Dilber’in ifade ettiği gibi, “
Zaten asıl büyük değişiklik
Türkiye’nin Misak-ı Milliye göre genişlemesi biçiminde değildir. Nitekim
yukarda gösterildiği gibi, bu bakımdan bir daralma söz konusudur. Bu
nedenle söz konusu değişikliği Kuvayı Milliye’nin Misak-ı Milli aşkıyla
daha büyük topraklar fethetmesi biçiminde yorumlamak yerine,
emperyalistlerin Büyük Ermenistan ve bir özerk Kürdistan’dan vazgeçmesi
biçiminde yorumlamak gerekir.Türkiye’nin sınırlarının bir tek bu
çerçevede genişlemiş olması ve başka cephelerde bilakis geri çekilmiş
olması da bu yorumu açıkça doğrulamaktadır. Bu bakımdan emperyalistler
Ermenistan’ın küçültülmesini tercih etmiş ve Batı Ermenilerini de buna
razı etmişlerdir. Kürtlerin kuzeyde kalan kesimini de 7 düvele karşı
savaş havasındaki azgın Kuvayı Milliyecilerin önünde yalnız
bırakmışlardı.” (11)
TÜRKİYE’NİN SINIRLARINI BELİRLEYEN FAKTÖRLER
Dolayısıyla, Türkiye’nin sınırlarını belirleyen başlıca faktörler:
Bolşeviklerin Çarlık döneminde işgal ettiği topraklardan çekilmesi,
ABD’nin de Sevre’den doğan haklarından vazgeçmesi ve Sovyet devriminin
emperyalist dünyada yarattığı korkudur. İşte TC’nin ve Ortadoğu’nun
savaş sonrasında aldığı biçim bu üç faktör tarafından belirlenmişti.
Artık o aşamada sorun, sınırların şuradan veya buradan geçmesi değil,
emperyalist çıkarları tehdit eden komünist yayılmayı engellemekti ve
T.C. bir tampon bölge olarak bu işlevi yerine getirecekti…
Dipnotlar
1- Tarih IV, Türkiye Cumhriyeti 1931, s. 64. İstanbul Devlet Matbaası,
2 – Bkz: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, III, TTK yayını, s. 73.
3 – 23.4. 1920’de BMM açış konuşması.
4 – “Kemalist Düşüncede “Türk Milleti” Kavramı”, Türkiye Günlüğü, Mart-Nisan 1995 ss: 127-141.
5 – Yazar, isimleri sayfa altındaki notta veriyor, ana metne tarafımdan eklenmiştir.
6 – Bkz: Sorun Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2004.
7 – Bkz: TBMMGCZ,III, s. 1319.
8 – Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, s. 12.
9 – Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I, 2.baskı, s.30.
10 – Paradigmanın İflası, Özgür Üniversitie Kitaplığı.
11 – Bkz: “Bir Emperyalist Saldırı Projesi [BOP]Orhan Dilberle Söyleşi”, in Ozguruniversite.org Güncel Yazılar, 7 Nisan 2006.
KAYNAK: http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/471-misak–milli–bir-efsaneyi-sorgulamak