BAHOZ SAVATA
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin oluşumunda devleti temel politikası olan “ulusçuluk veya Türkleştirme” şeklindeki “ülkede tek millet yaratma” projesi tesadüfen oluşmamıştır.
Türkçülük düsturu (Kanun,
kaide) önce Osmanlı Döneminde “Osmanlıcılık” sonrası özellikle
Aptülhamit devrinde devlet katında sorgulanmış ve devletin bekası için
politik üst akıl olarak uygulama safhasına geçilmişti. Osmanlı da ilk
Türkçü aydınların çoğu 1870 sonrası Rusya`da doğan Pan-Slavcılık
akımının yayılmacı milliyetçiliğinden etkilenen Osmanlı topraklarına
uzak çevrelerdeki Kırım Tatarı, Azeri, Kazan Türk Müslüman aydınlarıydı.
Osmanlı döneminde İslamcılık ile Türkçülük arasında bocalayan aydınlar
bu dönem iç içeydiler.
Bu aydınlar sonuçta Türkçülüğün ilk misalleri
oldular. Zamane “ulus teorisinin” öncü teorisyenlerinden Fransız Ernest Renan’ın da öğrencisi olan ünlü modern İslamist aydın Cemalettin Afgani (“Afgani“ soy ismine rağmen aslen Hemadan’lı Kürt bir seyit ailedendir.),
1892 sonrası Padişah II. Abdülhamit’in gözde danışmanlarından biriydi.
Padişah ile sohbetlerinin birinde Padişah II. Abdülhamit ona; “yaşanan
zamanda Osmanlı topraklarının nasıl korunacağı” üzerine soru sorar.
Cemalettin Afgani, padişaha bu konuda düşüncelerini sunar. Padişah II.
Abdülhamit’in hatıratındaki aktarıma göre C. Afgani ona şunları
anlatmıştır: “Ülkenin bütünlüğü korumanın yolunun zamane prensipleri ile
olacağını, bu nedenle devletin önce kendi tebaasında İslam olanla diğer
dinlerden olanlar arasında bir hudut çizmesi gerektiğini, sonra
Türkleşmeye müsait olan İslam unsurlara Türkçe lisanının öğretilmesini
gerektiğini” belirtir. Çünkü der; “Din inaklara dayalıdır. Farklı dini
kimlikleri olan grupların Allahın emirlerine karşı gelemeyeceğini
dikkate almak gerekir. Bu insanları dini kimliklerinden ancak zor ile
vaaz geçebileceğini, bu nedenle ile bu sıkıntıları yaşamadan, onlardan
bir şekilde kurtulmanın elzem olduğunu” özellikle belirtir. İkinci
olarak, geriye kalan farklı etnik unsurlardan olan İslam toplulukların
ise; “onlara Türkçe dili öğretilerek, birlik içinde kalmalarının
sağlanacağını, çünkü dilin sonradan öğrenilmesinde dinen ve aklen hiç
bir engelin olmadığını” ileri sürer. Cemalettin Afgani’nin Türk olmayan
unsurları Türkçülüğe devşirmedeki bu fikri, Padişah II. Abdülhamit’in
aklına çok yatmıştır. Bu fikir birliğini, Padişah II. Abdülhamit’in yine
kendi hatıratında konuya dair yazdıklarında ve onun politik alanlardaki
uygulamalarında görürüz.
Padişah II. Aptülhamit uygulamalarda artık
sonradan İstanbul’daki “Türk Ocağı ve Türk Yurdunu” kuran çoğu Rusya
Türkü ilk Türkçü aydınlar ile içli dışlı olmuş bu konularda kendini
geliştirmiştir. Hatta ilk Türkçü aydınlara yardım etmiştir. Nitekim
Osmanlı topraklarında ilk Türkçe lisanlı asimilasyon mektepleri ve
devlet kurumlarında Türkçe dili zorunluluğu, yerel isimlerin
Türkçeleştirilmesi Padişah II. Abdülhamit’in döneminde başlamıştır.
Aslında bu düşünsel Türkçülük oluşumun arkasında Balkanlarda gelişen
milliyetçiliklerin ve farklı etnik unsurların son iki yüz yıl içinde
Osmanlı İmparatorluğundan kopuşunun büyük bir tarihi birikimi vardır.
Biraz bu tarihten notlar sunarsak konu anlaşılması bakımından zihinlerde
daha da pekişir.18. yüzyılda başlayıp 1. Dünya Harbi’ne kadar devam ede
gelen Osmanlı-Balkan Milletleri ve Osmanlı-Rus (Ermeni+Kafkas)
savaşlarını bölge unsurları özellikle Müslüman ve Hıristiyan çatışması
olarak algılar. Diğer yandan oluşan iç ve dış harpler, Osmanlı
Devletinin toprak kayıpları ile son bulmuştur. Kaybedilen topraklarda
yaşayan farklı dini kimlikli toplulukların göçleri eski merkez devlet;
yani Osmanlı Devleti topraklarına olmuştur. 1771 yılında Küçük Kaynarca
Antlaşması sonrası ilk Kırım kaybedilir, Kırım’da yaşanan nüfusun
Osmanlı yanlısı olan Tatar “Türk” Müslüman kesimi Rusların silahlı
saldırısı nedeniyle topraklarını bırakarak, Osmanlı yönetimi altındaki
bölgelere göç etmek durumunda kalır. Bu olay Osmanlı İmparatorluğu’nun
karşılaştığı ilk dış göç olgusudur. 1788-1792 Osmanlı - Rus - Avusturya
Savaşları süresince ve sonrasında da, Osmanlı topraklarına Kırım,
Kazan, Kafkasya ve Özi bölgelerinden kitleler halinde Müslümanların
göçleri başlamış ve göç edenlerin sayısı dört yüz bin kişiye ulaşmıştır.
Balkanlarda “Ayan İsyanları” sonrası ilk milli hareket Sırpların (1804)
Osmanlıdan kopuşu ile başlamıştır. Bu kopuşu Yunanlıların (1821 de ki)
ayrılışı takip etmiştir. Bu bölgelerde yaşayan Müslüman nüfus yer
değiştirmiştir. Fakat göçerler, Osmanlı denetimindeki Balkan
topraklarında kalmışlardır. Müslüman coğrafyada ise ilk 1807 deki “İbni
Suud Hareketi” Arap coğrafyasında milli uyanışa neden olmuştu. Mısır
valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1820’de kendi devletini kurmuştur. Onun
oğlu İbrahim Paşa’nın Nizip’te Osmanlı ordusunu yenmesi sonucu aynı
dönem Mısır’ın başarısından ilham alan Kürdistan’da “Özerk Kürt Botan
Hükümeti Beyi Bedirxan Paşa Ayaklanması” gelişmiştir. Fakat buralarda
göçler oluşmadı. Tersine Bedirxan ailesi ve kabilesi Edirne-Keşan
bölgesinde üç köye iskân edildi. Çünkü mevcut siyasal yapılar
Müslüman’dı. Fakat milli kimlik kalkışmaları, ilk defa Türk olmayan
Müslüman unsurlara da sirayet etmişti. Kafkasya bölgesinde 1854-1864
yıllarında Rus-Osmanlı Savaşları Müslüman Çerkezlerin büyük göçlerine
neden olur. Bu olay sonunda bir milyonun üzerinde bir nüfus
Osmanlı topraklarına yerleşir. Fakat tarihin gördüğü büyük bir soykırımı
19. yüzyılda ilk defa Müslüman Çerkez halkı yaşar. Bu durum tüm
Müslümanların tepkisine neden olur. Osmanlı tebaası Hıristiyan unsurlara
karşı dini karşıtlık yükselir. 1905 - 1908 Rus Devrimi’nden sonra ise
Kafkasya, Kazan ve Azerbaycan’dan Müslüman göçleri başlamış, gelenler
batıda Amasya ve Tokat illerine yerleştirilmişti.
1912 - 1913 Balkan
Savaşı sırasında yaklaşık 120.556 göçmenin Anadolu’ya geldiği tahmin
edilmektedir. Birinci Dünya Savaşına kadar Kafkasya’dan, Balkanlardan
ve Ege adalarından Anadolu’ya gelen göçmenlerin sayısı bir milyonun
üstündedir. 1920 yılındaki Sovyet Sosyalist Devriminden sonra ortadan
kaldırılan Kafkas Cumhuriyeti’nden, Gürcistan’dan ve Ermenistan’dan 400
bine yakın Müslüman Kürt ve Türk Anadolu’ya göç ederek, batıda Manisa,
İzmir, Fırat ve Dicle hattında Muş, Kars, Van ve Diyarbakır gibi genelde
İç Anadolu illerine yerleştirilmişlerdi. Bu göç sırasında göçerlerin
100 bine yakını yollarda hastalık ve açlıktan telef olmuşlardı. Bölgede
artan bir din düşmanlığı gelişmiş, aynı dönemde 1915 yılında Osmanlı
topraklarında Ermenilerin iskânı ve kırımı başlamıştır. Cumhuriyet
dönemine geçiş dönemine rastlayan en yoğun göç hareketi 1923 yılında
imzalanan Lozan Anlaşması ek hükümleri uyarınca Yunanistan ile
gerçekleştirilen Müslüman-Hıristiyan (Yunan) halkları “Mübadele
Antlaşması” ile yapılan mübadil değişimidir. Bu değişim sonucu mübadele
ile 1.200.000 Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan'a, 500.000
Müslüman da Yunanistan'dan Türkiye'ye göç etmek zorunda kalmıştır.
Mübadele kapsamına giren kişiler ile mübadele kapsamına girmeyen kişiler
arasındaki ayrımın ana kıstası ırk ya da dil değil, din olarak
belirlenmiştir. Bu nedenle Rum denilenlerin arasında, Türk Ortodoks
Hıristiyan Gagavuzlar ve Karamanlı Ortodokslar, Yunanistan'dan gelen
Müslümanların arasında da Türklerin yanında Drama, Kavala, Karacaova ve
Kesriye'den gelen Bulgarca ve Makedonca konuşan Pomaklar, Rumence
konuşan Ulahlar, Yunanca (Romeika) konuşan Patriyotlar ve kendi
dilleriyle Arnavutça konuşanlar vardır.
Osmanlı Devletinden siyasal olarak Türkiye Devletine dönüşülürken aslında küçülen bir coğrafyada hemen hemen nüfusun yarısına yakın mülteci bir nüfus ile karşı karşıya kalınmıştır. Osmanlı Devleti “Pan–İslamist”, “Osmanlıcılık” ardından “Turancılık” siyasetleri ile toprak savunusu yaparak, “ulusçu/Türkçü” bir kimliğe dönüşen politik evrimi tedricen yaşamıştır. İslami düşmanlıklar ve Osmanlı karşıtlığı ile başlayan kopuş ve dağılmalarda Anadolu’ya gelen göçerler ekseri Rusya’da, Balkanlarda ve Kafkaslarda gelişen milliyetçiliklerden de etkilenmişlerdi. Bu bölge aydınları kendilerini Türkçülük ile buluşturan milliyetçi bir algı atmosferine sokmuştular. Nitekim bu aydınlar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oluşumunda M. Kemal Atatürk’ün yanında Türkçülüğün ana düşün kadroları olurlar. Kırımlı İsmail Gaspıralı, Azeri Hüseyin Zade Ali Turan, Tatar Yusuf Akçura, Azeri Ahmet Ağaoğlu, Kazanlı Sadri Maksudi (Arsal), ve Kazak Mustafa Çokayef (Çokay) vs. en önemli Anadolu dışından gelen Türkçü düşün kadrolarıdır.
Türkiye Cumhuriyetine geçiş döneminde; Batı Trakya, Musul ve Kerkük, Misak-ı Milli olarak görülen Halep, Kamışlı toprakları kaybedilince ve Lozan Antlaşması görüşmelerinde “Ermeni ve Kürt Meselesi” sorun olarak telakki edilince, itilaf devletleri ile anlaşma yoluna gidilmiştir. Yeni yapılan devlet anayasasında bu problemleri dikkate alan “Ulusçuluk/Türkçülük” toprak bütünlüğü için temel savunu düsturu olarak öne çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 1924 de bu durumu özetleyen bir cümleye de sahiptir. Orada; "Madde 88- Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese "Türk" denir." (1924 Anayasası'nın günümüz Türkçesine uyarlanmış halidir)
Nitekim bu temel “Türklük” düsturu altında T.C. Devleti ve Hükümetleri uygulamada tek ulus yaratma projesi olan bu anayasaya uygun davranan uygulamalara sahip olmuştur. T. C. Devleti ve Hükümetleri Osmanlı Döneminden devir aldığı asimilasyon (benzetmek) ve entegrasyon (bütünlemek) politikalarını hatta daha da geliştirmiştir.
Yeni Cumhuriyet yönetiminde uygulamada dışarıdan gelen mülteciler ile herhangi bir problem yaşanmaz, Türk olmayan fakat Müslüman olan azınlıklar hem asimile edilir, hem de sisteme entegre edilirler. Osmanlıda en fazla nüfuza sahip Araplar, T.C. Devletinden Osmanlı Devletinin parçalanması ile zaten kopmuştur. Hıristiyan unsurlar çeşitli biçimlerde lağvedilmiştir. Geriye Kürtler kalmıştır. Fakat Türk olmayan, en kalabalık nüfusa ve ısrarlı tarihsel yerleşime sahip yerel unsur olan Kürtlerin sisteme entegre edilmesinde siyasal ilişkiler çok sancılı geçer. Açıkçası Osmanlı Devleti Padişah II. Mahmut döneminden itibaren siyasal katılımda devlet idaresinin merkezileştirilmesi için yapılan vilayet düzenlemesi idari tedbirleri nedeniyle, Özerk Kürt Ocak Beyliklerinin tasfiyesi ile başlayan ve Türkleştirme politikaları ile süren Kürtler ile çatışmalı süreç cumhuriyet döneminde de kesintisiz yaşanmaya devam eder. İki yüz yıllık bir geçmişe rağmen devletin hükmü sağlanan Kürt illerinde devletin hâkimiyeti bir türlü kurulamaz. Diğer yandan Kürtlerin önemli bir kesimi Türk ulusçuluğunu benimsemez.
Bu durumda Türkologların devletin katında düstur olan Türkleştirme uygulamaları, artık işe yaramaz haldedir. Hatta Türkiye günümüz yöneticilerinin iddiası ile “devlet bu mesele nedeniyle bir beka sorunu ile yüz yüzedir!
Osmanlı Devletinden siyasal olarak Türkiye Devletine dönüşülürken aslında küçülen bir coğrafyada hemen hemen nüfusun yarısına yakın mülteci bir nüfus ile karşı karşıya kalınmıştır. Osmanlı Devleti “Pan–İslamist”, “Osmanlıcılık” ardından “Turancılık” siyasetleri ile toprak savunusu yaparak, “ulusçu/Türkçü” bir kimliğe dönüşen politik evrimi tedricen yaşamıştır. İslami düşmanlıklar ve Osmanlı karşıtlığı ile başlayan kopuş ve dağılmalarda Anadolu’ya gelen göçerler ekseri Rusya’da, Balkanlarda ve Kafkaslarda gelişen milliyetçiliklerden de etkilenmişlerdi. Bu bölge aydınları kendilerini Türkçülük ile buluşturan milliyetçi bir algı atmosferine sokmuştular. Nitekim bu aydınlar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oluşumunda M. Kemal Atatürk’ün yanında Türkçülüğün ana düşün kadroları olurlar. Kırımlı İsmail Gaspıralı, Azeri Hüseyin Zade Ali Turan, Tatar Yusuf Akçura, Azeri Ahmet Ağaoğlu, Kazanlı Sadri Maksudi (Arsal), ve Kazak Mustafa Çokayef (Çokay) vs. en önemli Anadolu dışından gelen Türkçü düşün kadrolarıdır.
Türkiye Cumhuriyetine geçiş döneminde; Batı Trakya, Musul ve Kerkük, Misak-ı Milli olarak görülen Halep, Kamışlı toprakları kaybedilince ve Lozan Antlaşması görüşmelerinde “Ermeni ve Kürt Meselesi” sorun olarak telakki edilince, itilaf devletleri ile anlaşma yoluna gidilmiştir. Yeni yapılan devlet anayasasında bu problemleri dikkate alan “Ulusçuluk/Türkçülük” toprak bütünlüğü için temel savunu düsturu olarak öne çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 1924 de bu durumu özetleyen bir cümleye de sahiptir. Orada; "Madde 88- Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese "Türk" denir." (1924 Anayasası'nın günümüz Türkçesine uyarlanmış halidir)
Nitekim bu temel “Türklük” düsturu altında T.C. Devleti ve Hükümetleri uygulamada tek ulus yaratma projesi olan bu anayasaya uygun davranan uygulamalara sahip olmuştur. T. C. Devleti ve Hükümetleri Osmanlı Döneminden devir aldığı asimilasyon (benzetmek) ve entegrasyon (bütünlemek) politikalarını hatta daha da geliştirmiştir.
Yeni Cumhuriyet yönetiminde uygulamada dışarıdan gelen mülteciler ile herhangi bir problem yaşanmaz, Türk olmayan fakat Müslüman olan azınlıklar hem asimile edilir, hem de sisteme entegre edilirler. Osmanlıda en fazla nüfuza sahip Araplar, T.C. Devletinden Osmanlı Devletinin parçalanması ile zaten kopmuştur. Hıristiyan unsurlar çeşitli biçimlerde lağvedilmiştir. Geriye Kürtler kalmıştır. Fakat Türk olmayan, en kalabalık nüfusa ve ısrarlı tarihsel yerleşime sahip yerel unsur olan Kürtlerin sisteme entegre edilmesinde siyasal ilişkiler çok sancılı geçer. Açıkçası Osmanlı Devleti Padişah II. Mahmut döneminden itibaren siyasal katılımda devlet idaresinin merkezileştirilmesi için yapılan vilayet düzenlemesi idari tedbirleri nedeniyle, Özerk Kürt Ocak Beyliklerinin tasfiyesi ile başlayan ve Türkleştirme politikaları ile süren Kürtler ile çatışmalı süreç cumhuriyet döneminde de kesintisiz yaşanmaya devam eder. İki yüz yıllık bir geçmişe rağmen devletin hükmü sağlanan Kürt illerinde devletin hâkimiyeti bir türlü kurulamaz. Diğer yandan Kürtlerin önemli bir kesimi Türk ulusçuluğunu benimsemez.
Bu durumda Türkologların devletin katında düstur olan Türkleştirme uygulamaları, artık işe yaramaz haldedir. Hatta Türkiye günümüz yöneticilerinin iddiası ile “devlet bu mesele nedeniyle bir beka sorunu ile yüz yüzedir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder