Huzursuz bir geceden sonra erkenden uyandım. Bazen ilkbahara bazen yaza benzeyen "modern" kış günlerinin aksine, benim çocukluğumdakine benzer eski usul bir kış sabahı vardı.
Kül rengi bir gökyüzü, bacalardan tüten kurşuni dumanlar, biraz sonra dinmek üzere fısıltıyla yağan solgun bir yağmur.
Bir sigara yakıp pencereden baktım.
Beyaz bir minibüs durdu kapının önünde.
Elinde ağır çantasıyla küçük bir oğlan çocuğu, pencereleri buharlanmış arabaya binerek diğer öğrencilerin arasına oturdu.
Kapı kapandı, araba hareket etti.
Okula gidiyorlar.
Sabahları erkenden kalkmaktan nefret ederdim çocukken.
Okuldan da hoşlanmazdım.
Diş macunu, badana ve ıslak palto kokusunu hatırlıyorum.
Uzun ve yabancı koridorları da.
İlk derste hep birlikte ayağa kalkar ve sıkıcı bir ayini bir an önce bitirmek için aldırmaz bir sesle bağırırdık.
"Türk’üm, doğruyum, çalışkanım."
Doğru değildik.
Çalışkan da değildik.
Birçok yalan öğrettiler bize.
Türk’ten daha güçlü, daha kahraman, daha dürüst, daha akıllı kimse yoktu.
Buna inandık.
Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştuk, Atatürk her konuyu herkesten daha iyi bilen büyük önderimizdi, Abdülhamid korkunç bir diktatör, Vahdettin alçak bir haindi.
Birinci Dünya Savaşı’nda bütün dünya bize karşı birleşmiş ve imparatorluğumuzu yıkmıştı.
Hem Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmakla övünüyor, hem de Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan "yabancılara" kızıyorduk.
Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak iyi bir şey miydi kötü bir şey miydi, bunu hiç anlayamadım.
Bizim imparatorluğa kimse saldırmamıştı, Alman zırhlılarıyla Rusya sahillerini bombalayıp savaşa giren bizdik.
Ama bizi yenen "kalleş düşmana" da çok öfkeliydik.
Onlara niye bu kadar kızdığımızı da pek kavrayamadım.
Bize yenilmedikleri için mi "kalleş" buluyorduk onları, Almanlarla işbirliği yaparak savaşa girdiğimizde bunu "şakacı bir jest" olarak değerlendirmedikleri için mi?
Saldıran bizdik, yenilen bizdik.
Suçlu "onlardı."
Biz ne yaparsak yapalım "suçlu" hep başkası olacaktı, bize öğretilen buydu.
Herhangi bir tartışmanın, herhangi bir çatışmanın bir yanında Türk varsa, haklı olan mutlaka Türk olandı.
Osmanlı’nın başka ülkelerin topraklarını işgal etmesi övünülmesi gereken bir şeydi.
Başka ülkelerin Osmanlı’nın topraklarını işgal etmesi ise alçaklıktı.
Biz emperyalistlere karşı "Kurtuluş Savaşı" yaptığımızda bu kutsaldı.
Yunanlılar Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşına girdiğinde bu kahpelikti.
Bağımsızlık savaşı iyi bir şey miydi kötü bir şey miydi?
Biz yaptığımızda iyiydi, bize karşı yapıldığında kötüydü.
Peki, biz kimdik?
Yıkmakla övündüğümüz Osmanlı "biz" miydi?
Osmanlı "biz"sek, onu yıkıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdi?
Osmanlı’yı yıkan Türkiye Cumhuriyeti "biz"sek, o zaman Osmanlı kimdi?
"Kızıl Sultan" Abdülhamid’den ve "hain" Vahdettin’den nefret ediyorduk ama kendi öz oğlunu gözünün önünde boğduran Kanuni’ye hayrandık.
Kanuni’nin başkalarının topraklarını nasıl istila ettiğini sevinerek öğreniyor ama bu savaşlar sonucunda Osmanlı maliyesinin batma noktasına geldiğini hiç bilmiyorduk.
Büyük bir ihtimalle bizim öğretmenler de bilmiyordu.
Kalkıp bağırıyorduk sadece.
"Türk’üm doğruyum, çalışkanım."
Bilmemiz gereken buydu.
Rus ordularının Yeşilköy’e nasıl geldiğini, o büyük yenilginin nedenlerini, iktisadi ve askeri tahlillerini hiç okumadık.
Yenilgiler kısa, zaferler uzun anlatılırdı.
Balkan Savaşları çabuk geçilen konulardandı.
İttihatçılar meselesine de fazla girilmezdi.
Sarıkamış faciasının içyüzünü, Ermeni kıyımını okulda öğrenmiş bir tek Türk çocuğu yoktu.
Hálá da yok sanırım.
"Biz" kötü ve yanlış bir şey yapmazdık.
Bir tek Abdülhamid’le Vahdettin kötü şeyler yapmıştı.
Onlar çok kötüydü.
Birinci Abdülhamid’le, Birinci Mahmud’la, İkinci Süleyman’la bir sorunumuz yoktu.
Otuz üç padişahtan niye sadece ikisinden nefret ettiğimizi sormak hiç kimsenin aklına gelmezdi.
"Türk’tük, doğruyduk, çalışkandık."
Bütün dünyanın düşmanlık ettiği, böldüğü, parçaladığı "fakir ve gururlu" bir millettik.
Başka ülkelerin neden "gurursuz ve zengin" olduğunu anlatan bir öğretmene rastlamadım.
Girdiğimiz savaşlarda harcadığımız parayla fakirliğimiz arasında bir ilişki olup olmadığını sorgulayan bir öğretmen de görmedim.
Farklı bir fikri olan bir öğretmenin sınıfında da bulunmadım.
Okullar "farklılıktan" hoşlanan yerler değildi.
Zaten farklı bir fikre de ihtiyacımız yoktu.
Türk’tük, doğruyduk, çalışkandık, akıllıydık, kahramandık.
Diğerleri de bize düşman alçaklardı.
Hayatın özeti de buydu.
"Türk olmasa tarihe yazacak ne vardı."
Bizi böyle yetiştirdiler.
Sırf Türk olduğumuz için iyiydik, güçlüydük, dürüsttük, ayrıca başka bir şey yapmamıza hiç gerek yoktu, Türk’tük ya, daha ne yapacaktık.
Üstelik de hep haklıydık.
Birbirine benzeyen iki ayrı meselede birbirinin zıddı iki ayrı davranışı benimser, ikisinde de haklı olduğumuza samimiyetle inanırdık.
Bu inancı paylaşmayanı da "düşman" olarak görürdük.
Bize öğretilen hep buydu.
Tarihten, kahramanlıklardan, padişahlardan, savaşlardan, cesaretten bahsederlerdi ama Nazım Hikmet’ten bahsetmezlerdi.
Cesur Türk milletinin Nazım’dan bahsedecek kadar cesur bir tek öğretmenine rastlamadım okul hayatım boyunca.
Dünyayı "vatanı", bütün insanlığı "milleti" olarak gören Tevfik Fikret’in şiirinde ne dediğini de uzun uzadıya anlatmazlardı.
İnsanlık aleminin bugün daha yeni yeni varmaya başladığı "küreselleşme" fikrini yüz yıl önce unutulmaz bir şiirle yazmış olan şairimizin bu öngörüsü övünme nedenlerimizden biri değildi nedense.
Türklerin dışındaki insanları sevmesindendi belki bu ilgisizliğimiz.
Belki de İttihatçıların yolsuzluklarına cesaretle karşı çıkacak kadar yiğit olmasındandı.
Fikret’in lanetlendiğini, Nazım’ın hapse atıldığını, Sabahattin Ali’nin öldürüldüğünü ben okulda hiç duymadım.
Türk’tük, doğruyduk, çalışkandık ve yazı yazan bazı Türkleri lanetliyor, hapse atıyor, öldürüyorduk.
Bir sigara daha yakıp, içinde uykulu çocuklarla giden beyaz minibüse baktım.
Onlara neler öğretiyorlardı?
Tarihle ilgili ne bileceklerdi?
İnsanlığın Türklerden ibaret olmadığını söyleyecek bir öğretmenleri olacak mıydı?
Kimin çocukları olacaklardı onlar?
İnsanlığı milleti olarak gören Fikret’in mi yoksa yazarları vurduran, insanları öldüren, yolsuzluklara bulaşan İttihatçıların mı?
Birbirine benzemeyen bu iki Türk’ten hangisi bu çocuklara örnek olarak gösterilecekti?
Her akşam televizyonlarda rastladığım, "ben Türk oğlu Türk’üm," diye bağıran, silaha el basan, cinayetleri benimseyen, hayata düşman tuhaf insanların "Türk" olduğuna inanacaklar mıydı?
Türk dendiğinde, anadilini bile doğru düzgün konuşamayan, bir tek roman okumamış, bir şiirin tadına varmamış, kendi edebiyatına da kendi diline de yabancı bu insanları mı hatırlayacaklardı?
"Ben Türk’üm" diye bağıran bu insanlar Türklüğü temsil edebilirler miydi gerçekten?
Bu muydu Türklük?
"Bir şey olamayanların olduğu bir şey" miydi?
Türklük, vahşilik, barbarlık, saldırganlık, yeteneksizlik, edepsizlik, edebiyatsızlık mıydı?
Bugün karşılaşsalar Tevfik Fikret’e de "hain" diye saldıracak olan bu insanlar mıydı "Türklük örneği" olarak çocuklara gösterilecekler?
Bu kül rengi gökyüzünün altında bir arabada okula giden çocuklar, bunlardan biri olmak için mi gidiyordu?
Yoksa onlar Şeyh Galip’in Yahya Kemal’in, Necip Fazıl’ın, Nazım’ın, Peyami Sefa’nın, Halit Ziya’nın, Tanpınar’ın tadına varmayı öğrenen, onlarla övünen birileri mi olacaktı?
İçim umutsuzlukla sızladı.
"Bu çocuklara da şiir öğretmeyecekler" diye düşündüm.
Onlara Türkçe’nin güzelliğini anlatmayacaklar.
Hiçbir öğretmenleri onlara, "Türkçe’yi sevmeden Türklüğü sevemezsiniz" demeyecek.
Kalkıp bağıracaklar sadece.
"Türk’üm, doğruyum, çalışkanım."
Yalanlar öğretecekler.
Gerçekleri söylemeyecekler.
Yunus Emre’den, Karacaoğlan’dan, Nedim’den bize kalan o ışıklı mirasın tadına varmayacaklar, Itri’nin müziğini dinlemeyecekler, Sinan’ın camilerini dolaşmayacaklar.
Sırf Türk oldukları için mükemmel ve her zaman haklı olduklarına inanacaklar.
İnsanlığın onların "milleti" olduğunu belki de hiç duymayacaklar.
Bütün insanlığı "yabancı" görürken dünyanın "yabancıları" mı olacak bu küçük çocuklar?
"Türk olmak insan olmaktır oğlum" diyecek bir öğretmenleri çıkmayacak mı?
Gökyüzüne baktım.
Kül rengi bulutların arasında erguvani bir parıltı görülüyordu.
Teneffüslerinde Itri’nin çaldığı, öğretmenlerin öğrencilerle şakalaştığı, gerçeklerin anlatıldığı, değişik yazarları seven çocukların edebiyat tartıştıkları bir okul hayal ettim.
Türkçe’yi, edebiyatı, neşeyi, insanlığı seven çocuklar.
Fikret’in çocukları.
"Toprak vatanım, nev-i beşer milletim. İnsan
İnsan olur ancak buna iz’anla inandım," diyen çocuklar.
Türk çocukları.
Bir hayalle gülümsedim.
Ahmet ALTAN
Bir sigara yakıp pencereden baktım.
Beyaz bir minibüs durdu kapının önünde.
Elinde ağır çantasıyla küçük bir oğlan çocuğu, pencereleri buharlanmış arabaya binerek diğer öğrencilerin arasına oturdu.
Kapı kapandı, araba hareket etti.
Okula gidiyorlar.
Sabahları erkenden kalkmaktan nefret ederdim çocukken.
Okuldan da hoşlanmazdım.
Diş macunu, badana ve ıslak palto kokusunu hatırlıyorum.
Uzun ve yabancı koridorları da.
İlk derste hep birlikte ayağa kalkar ve sıkıcı bir ayini bir an önce bitirmek için aldırmaz bir sesle bağırırdık.
"Türk’üm, doğruyum, çalışkanım."
Doğru değildik.
Çalışkan da değildik.
Birçok yalan öğrettiler bize.
Türk’ten daha güçlü, daha kahraman, daha dürüst, daha akıllı kimse yoktu.
Buna inandık.
Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştuk, Atatürk her konuyu herkesten daha iyi bilen büyük önderimizdi, Abdülhamid korkunç bir diktatör, Vahdettin alçak bir haindi.
Birinci Dünya Savaşı’nda bütün dünya bize karşı birleşmiş ve imparatorluğumuzu yıkmıştı.
Hem Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmakla övünüyor, hem de Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan "yabancılara" kızıyorduk.
Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak iyi bir şey miydi kötü bir şey miydi, bunu hiç anlayamadım.
Bizim imparatorluğa kimse saldırmamıştı, Alman zırhlılarıyla Rusya sahillerini bombalayıp savaşa giren bizdik.
Ama bizi yenen "kalleş düşmana" da çok öfkeliydik.
Onlara niye bu kadar kızdığımızı da pek kavrayamadım.
Bize yenilmedikleri için mi "kalleş" buluyorduk onları, Almanlarla işbirliği yaparak savaşa girdiğimizde bunu "şakacı bir jest" olarak değerlendirmedikleri için mi?
Saldıran bizdik, yenilen bizdik.
Suçlu "onlardı."
Biz ne yaparsak yapalım "suçlu" hep başkası olacaktı, bize öğretilen buydu.
Herhangi bir tartışmanın, herhangi bir çatışmanın bir yanında Türk varsa, haklı olan mutlaka Türk olandı.
Osmanlı’nın başka ülkelerin topraklarını işgal etmesi övünülmesi gereken bir şeydi.
Başka ülkelerin Osmanlı’nın topraklarını işgal etmesi ise alçaklıktı.
Biz emperyalistlere karşı "Kurtuluş Savaşı" yaptığımızda bu kutsaldı.
Yunanlılar Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşına girdiğinde bu kahpelikti.
Bağımsızlık savaşı iyi bir şey miydi kötü bir şey miydi?
Biz yaptığımızda iyiydi, bize karşı yapıldığında kötüydü.
Peki, biz kimdik?
Yıkmakla övündüğümüz Osmanlı "biz" miydi?
Osmanlı "biz"sek, onu yıkıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdi?
Osmanlı’yı yıkan Türkiye Cumhuriyeti "biz"sek, o zaman Osmanlı kimdi?
"Kızıl Sultan" Abdülhamid’den ve "hain" Vahdettin’den nefret ediyorduk ama kendi öz oğlunu gözünün önünde boğduran Kanuni’ye hayrandık.
Kanuni’nin başkalarının topraklarını nasıl istila ettiğini sevinerek öğreniyor ama bu savaşlar sonucunda Osmanlı maliyesinin batma noktasına geldiğini hiç bilmiyorduk.
Büyük bir ihtimalle bizim öğretmenler de bilmiyordu.
Kalkıp bağırıyorduk sadece.
"Türk’üm doğruyum, çalışkanım."
Bilmemiz gereken buydu.
Rus ordularının Yeşilköy’e nasıl geldiğini, o büyük yenilginin nedenlerini, iktisadi ve askeri tahlillerini hiç okumadık.
Yenilgiler kısa, zaferler uzun anlatılırdı.
Balkan Savaşları çabuk geçilen konulardandı.
İttihatçılar meselesine de fazla girilmezdi.
Sarıkamış faciasının içyüzünü, Ermeni kıyımını okulda öğrenmiş bir tek Türk çocuğu yoktu.
Hálá da yok sanırım.
"Biz" kötü ve yanlış bir şey yapmazdık.
Bir tek Abdülhamid’le Vahdettin kötü şeyler yapmıştı.
Onlar çok kötüydü.
Birinci Abdülhamid’le, Birinci Mahmud’la, İkinci Süleyman’la bir sorunumuz yoktu.
Otuz üç padişahtan niye sadece ikisinden nefret ettiğimizi sormak hiç kimsenin aklına gelmezdi.
"Türk’tük, doğruyduk, çalışkandık."
Bütün dünyanın düşmanlık ettiği, böldüğü, parçaladığı "fakir ve gururlu" bir millettik.
Başka ülkelerin neden "gurursuz ve zengin" olduğunu anlatan bir öğretmene rastlamadım.
Girdiğimiz savaşlarda harcadığımız parayla fakirliğimiz arasında bir ilişki olup olmadığını sorgulayan bir öğretmen de görmedim.
Farklı bir fikri olan bir öğretmenin sınıfında da bulunmadım.
Okullar "farklılıktan" hoşlanan yerler değildi.
Zaten farklı bir fikre de ihtiyacımız yoktu.
Türk’tük, doğruyduk, çalışkandık, akıllıydık, kahramandık.
Diğerleri de bize düşman alçaklardı.
Hayatın özeti de buydu.
"Türk olmasa tarihe yazacak ne vardı."
Bizi böyle yetiştirdiler.
Sırf Türk olduğumuz için iyiydik, güçlüydük, dürüsttük, ayrıca başka bir şey yapmamıza hiç gerek yoktu, Türk’tük ya, daha ne yapacaktık.
Üstelik de hep haklıydık.
Birbirine benzeyen iki ayrı meselede birbirinin zıddı iki ayrı davranışı benimser, ikisinde de haklı olduğumuza samimiyetle inanırdık.
Bu inancı paylaşmayanı da "düşman" olarak görürdük.
Bize öğretilen hep buydu.
Tarihten, kahramanlıklardan, padişahlardan, savaşlardan, cesaretten bahsederlerdi ama Nazım Hikmet’ten bahsetmezlerdi.
Cesur Türk milletinin Nazım’dan bahsedecek kadar cesur bir tek öğretmenine rastlamadım okul hayatım boyunca.
Dünyayı "vatanı", bütün insanlığı "milleti" olarak gören Tevfik Fikret’in şiirinde ne dediğini de uzun uzadıya anlatmazlardı.
İnsanlık aleminin bugün daha yeni yeni varmaya başladığı "küreselleşme" fikrini yüz yıl önce unutulmaz bir şiirle yazmış olan şairimizin bu öngörüsü övünme nedenlerimizden biri değildi nedense.
Türklerin dışındaki insanları sevmesindendi belki bu ilgisizliğimiz.
Belki de İttihatçıların yolsuzluklarına cesaretle karşı çıkacak kadar yiğit olmasındandı.
Fikret’in lanetlendiğini, Nazım’ın hapse atıldığını, Sabahattin Ali’nin öldürüldüğünü ben okulda hiç duymadım.
Türk’tük, doğruyduk, çalışkandık ve yazı yazan bazı Türkleri lanetliyor, hapse atıyor, öldürüyorduk.
Bir sigara daha yakıp, içinde uykulu çocuklarla giden beyaz minibüse baktım.
Onlara neler öğretiyorlardı?
Tarihle ilgili ne bileceklerdi?
İnsanlığın Türklerden ibaret olmadığını söyleyecek bir öğretmenleri olacak mıydı?
Kimin çocukları olacaklardı onlar?
İnsanlığı milleti olarak gören Fikret’in mi yoksa yazarları vurduran, insanları öldüren, yolsuzluklara bulaşan İttihatçıların mı?
Birbirine benzemeyen bu iki Türk’ten hangisi bu çocuklara örnek olarak gösterilecekti?
Her akşam televizyonlarda rastladığım, "ben Türk oğlu Türk’üm," diye bağıran, silaha el basan, cinayetleri benimseyen, hayata düşman tuhaf insanların "Türk" olduğuna inanacaklar mıydı?
Türk dendiğinde, anadilini bile doğru düzgün konuşamayan, bir tek roman okumamış, bir şiirin tadına varmamış, kendi edebiyatına da kendi diline de yabancı bu insanları mı hatırlayacaklardı?
"Ben Türk’üm" diye bağıran bu insanlar Türklüğü temsil edebilirler miydi gerçekten?
Bu muydu Türklük?
"Bir şey olamayanların olduğu bir şey" miydi?
Türklük, vahşilik, barbarlık, saldırganlık, yeteneksizlik, edepsizlik, edebiyatsızlık mıydı?
Bugün karşılaşsalar Tevfik Fikret’e de "hain" diye saldıracak olan bu insanlar mıydı "Türklük örneği" olarak çocuklara gösterilecekler?
Bu kül rengi gökyüzünün altında bir arabada okula giden çocuklar, bunlardan biri olmak için mi gidiyordu?
Yoksa onlar Şeyh Galip’in Yahya Kemal’in, Necip Fazıl’ın, Nazım’ın, Peyami Sefa’nın, Halit Ziya’nın, Tanpınar’ın tadına varmayı öğrenen, onlarla övünen birileri mi olacaktı?
İçim umutsuzlukla sızladı.
"Bu çocuklara da şiir öğretmeyecekler" diye düşündüm.
Onlara Türkçe’nin güzelliğini anlatmayacaklar.
Hiçbir öğretmenleri onlara, "Türkçe’yi sevmeden Türklüğü sevemezsiniz" demeyecek.
Kalkıp bağıracaklar sadece.
"Türk’üm, doğruyum, çalışkanım."
Yalanlar öğretecekler.
Gerçekleri söylemeyecekler.
Yunus Emre’den, Karacaoğlan’dan, Nedim’den bize kalan o ışıklı mirasın tadına varmayacaklar, Itri’nin müziğini dinlemeyecekler, Sinan’ın camilerini dolaşmayacaklar.
Sırf Türk oldukları için mükemmel ve her zaman haklı olduklarına inanacaklar.
İnsanlığın onların "milleti" olduğunu belki de hiç duymayacaklar.
Bütün insanlığı "yabancı" görürken dünyanın "yabancıları" mı olacak bu küçük çocuklar?
"Türk olmak insan olmaktır oğlum" diyecek bir öğretmenleri çıkmayacak mı?
Gökyüzüne baktım.
Kül rengi bulutların arasında erguvani bir parıltı görülüyordu.
Teneffüslerinde Itri’nin çaldığı, öğretmenlerin öğrencilerle şakalaştığı, gerçeklerin anlatıldığı, değişik yazarları seven çocukların edebiyat tartıştıkları bir okul hayal ettim.
Türkçe’yi, edebiyatı, neşeyi, insanlığı seven çocuklar.
Fikret’in çocukları.
"Toprak vatanım, nev-i beşer milletim. İnsan
İnsan olur ancak buna iz’anla inandım," diyen çocuklar.
Türk çocukları.
Bir hayalle gülümsedim.
Ahmet ALTAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder