Çırê Musyon

14 Kasım 2022 Pazartesi

Osmanlı mirası ve Türkler!

 

Osmanlı mirası ve Türkler!

''Fakat biz Türkleri, kendimizi anlatmak için ırk hüviyetimizi hiç bir zaman dile getiremezdik. Irkımızı da bilmez, ya inkar ederdik. Milletimizin adı geçmek lazım geldiği zaman kendimize sadece: Osmanlı! Der geçerdik hatta dilimizin adı bile Türkçe değil, Osmanlıcaydı.''
Osmanlı mirası ve Türkler!
Makaleyi Paylaş

Türklük ve tarihi konusunda önemli ipuçları veren, Türk Devleti’nin kimler tarafından ve nasıl kurulduğuna dair anlatımlar kitapta mevcut. Türk devleti kurucu kadrosunun hiç biri Türk değil. Yüzde 90’ı Balkan kökenli. Türklük ve Kafkasya hayalı, ergenekon ve benzeri safsataların ne zaman ve nasıl vücut bulduğu, türklüğün bu yalan üzerinde nasıl inşa edildiği ve Osmanlı imparatorluğun tarihi boyunca bu devşirme grupla ilişkisini, Şevket Süreyya Aydemir, “Suyu Arayan Adam” adlı anı kitabında anlatmış.

Kafkasya hayalı nasıl oluşmuş ve bu hayal, bugüne kadar nasıl geldiği konusunda bir aydınlanma, Türk diye bir milletin de tarihte var olup olmadığı, varsa hangi coğrafyada yaşadığı, nereyi yurt ettiği, vatanının neresi olduğu konusu önemlidir. Şundan önemlidir: Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde onlarca millet var ve bu milletler önemli bölgeleri, güçleri temsil etmektedirler. Ne yazık ki bu kombinezonun için de Türk diye bir milletin sözü edilmez. Tarih, 1850’lere kadar Türklerin adından ve varlığından adından habersizdir! Bu durumu, türkçülüğün babası Şevket Süreyya Aydemir şöyle izah ediyor:

“...Fakat kendimize Türk diyemezdik...” (sy, 55) diyor ve şöyle bir detay veriyor:

“Halbuki bu imparatorlukta yaşayan diğer ırkların, diğer milletlerin hepsi kendilerini, kendi milletlerin adiyle tanır ve öyle anarlardı. Benim okuduğum asker mektebinde Yemen’den Kürdistan’dan, veya sarayla hısım akraba olan Çerkes köylerinden getirilen imtiyazlı çocuklar hep milliyetleriyle övünürlerdi. Bize (biz Türklere) yukardan bakarlardı.

Fakat biz Türkleri, kendimizi anlatmak için ırk hüviyetimizi hiç bir zaman dile getiremezdik. Irkımızı da bilmez, ya inkar ederdik. Milletimizin adı geçmek lazım geldiği zaman kendimize sadece:

-Osmanlı!

Der geçerdik hatta dilimizin adı bile Türkçe değil, Osmanlıcaydı. Tarihimizin de Osmanlı tarihi olduğu gibi. Reddedilen, inkar edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her tedbir alınmıştı. Umumi kanata göre Türk, kaba, görgüsüz ve kabiliyetsiz bir varlıktı.”(sy,56)

Bu anlatımdan anlaşıldığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun idari kısmında ve yönetici pozisyonunda bir tek Türk yoktur. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunu Türk imparatorluğu olarak görmek tarihi bir yanılgıdır. Osmanlı imparatorluğu bünyesin de Türkler emsalesi okunmayan bir gruptur. Hiç bir yönetim kademesinde yoklar ve “Türk, kaba, görgüsüz ve kabiliyetsiz bir varlık!” olarak ifade edilirdi. Osmanlı imparatorluğu bünyesindeki diğer milletlere; “kendi milletlerin adıyla tanır ve öyle anarlardı. Benim okuduğum asker mektebinde Yemen’den Kürdistan’dan, veya sarayla hısım akraba olan Çerkez köylerinden getirilen imtiyazlı çocuklar hep milliyetleriyle övünürlerdi.”(sy.56) gerçeği, bu kelimeden (Türk) utandıkları ve hiç kullanmadıkları anlamına geliyor. O halde Bir tarihe, vatana, dile ve Kültüre sahip olmayan bu “Türk” denilen güruh, diğer görkemli ve imtiyazlı milletlere rağmen, nasıl Osmanlı imparatorluğun tek mirasçısı olarak tarihe geçti? İmparatorluk bünyesindeki köklü milletlere ne oldu?

Yurdu olmayan bu devşirme kalabalığın, devlet kuruluşundan sonra, devlet imkanları ve imtiyazı ile nasıl “Türk ve vatan ”sahibi olduğu araştırmaya değer bir konudur. “Ergenekon efsanesi” adı altında uydurulan hikaye, aslında bu devşirme toplumun bir yurdu, bu yurt üzerinde oluşan bir tarih, dil-kültürü olmadığının önemli bir hayali belgesidir. Hikayede “bir yeniden doğuş ve kurtuluş” yalanına dayalı hayali düşünce, yurtsuz bir insan kalabalığının feryadı olarak algılanır.

Yazar bir tasvirinde “yeni bir hareketin Türklükle taçlandığı” iddiasını, aslında dünya jeopolitik dengelerinde, 17 Ekim Devrimi’nin cereyan etmesiyle, böyle bir devletin “komünizme tampon” bir devlete ihtiyaç duyuldu gerçeğidir. Eğer 17 Ekim devrimi olmasaydı, büyük bir olasılıkla böyle geniş toprakları gasp eden bir devlet de olmayacaktı! Dolayısıyla “kaba ve görgüsüz Türk ”ün birden bire devlet sahibi ve “efendi Türk’e dönüşmesi başka nasıl izah edilebilir. En güçlü toplumların bölündüğü, topraklarının paylaşıldığı ve yerine millet bile olmayan devşirme bir kalabalığa dayalı bir devlet kurma amacı, zamanın emperyal güçlerinin kararıdır. Türk solcusu, Türk aydını bu kararı “milli kurtuluş mücadelesi” olarak hikaye etmiş. Devlet kurulana kadar Türk yok. Devlet, yalan üzerine hem türkü, hem tarihini ve hem de dilini yaratan bir araç olarak kullanmıştır. Üzerinde kurulan topraklara “artık Osmanlı toprağı” değil, “Türk yurdu” denilmesinin yegane gücü devlet sahibi olma imtiyazıdır. Başka milletlerin kültürü, tarihi ve toprakları üzerinde devlet olma hikayesi bu. Aşırı şiddet içeren araçlarla bu imkan kullanılarak bu başarılmış. Düşünün, Küçük Asya ve Anatolia’daki Rumları ve diğer milletleri sürüyorsunuz ve yerlerine balkanlardan 3,5 milyon insan getiriyorsunuz. Bu insanların her bir gruba ait ve başka bir dil konuşuyor. Ama bir teki “Türkçe” denilen dili bilmiyor ve “Türk” ismini de ilk kez duyuyor. Sadece müslümanlığı kabul etmiş gruplar. Onları devlet eliyle kısa bir sürede tornadan geçirir gibi “bir türk yaratma”  ürünü haline getiriyorsunuz. İşte “ergenekon hikayesi”nin bize anlattığı gerçek bu. Dolayısıyla yazarın “Hunlar, Karahitaylar, Göktürkler, Uygurlar, Karahanlar, sonra Moğollar, tatarlar, Kırgızlar, hatta Finler, Macarlar hepsi şimdi Türk ve bizim kardeşimiz olmuşlardı.”(sy 59) gerçeğinin altındaki sır bu devlet sırrıdır. Yani bir zorba devletin, zorla karışık kalabalığı dönüştürerek, ortaya “bir Türk milleti” yaratma hikayesidir.

1900’ların başına kadar “turan hayalı” görünmüyor. İkinci dünya savaşı ve Türk devletinin kuruluş ile birlikte, özellikle genç subaylar grubu arasında yaygınlaştırılan bu düşünce, Almanya’nın birinci Dünya savaşındaki Kafkasya üzerindeki emperyal amaçları ile örtüşen bir turan hikayesidir. Bu da gösteriyor ki, Almanlar, Türklük ve genç subayların yetiştirilmesinde -ki kitabın yazarı Şevket Süreyya Aydemir de bu gruptan biri- büyük rol oynamıştır. Dolayısıyla, önce yönü balkanlar ve Avrupa’ya dönük olan bu grup, Osmanlı İmparatorluğunun balkanlarda aldığı ağır yenilgiden sonra, 17 Ekim devrimiyle ortaya çıkan yeni durum karşısında, bir devletin kurulması, anlaşılıyor ki Küçük Asya, Anatolia ve Kurdistan da elde ettiği topraklar üzerinde, bu devlete bağlı bir milleti yaratma hikayesi başlıyor. İşte “Turan hayalı” da bu dönemde hikayeye iliştiriliyor.

Kürdler böyle bir devlete ve bu devletin yarattığı bir devşirme topluma yenik düşüyor. Kurdler kendi köklü ve güçlü dillerini, kültürlerini terk ederek bu ekleti dile esir düşüyor ve asimile oluyor. Bunu algılamak, bir ulus olmanın, yurt sahibi olmanın bilincine varmak anlamına gelir.

Biz Kurdlerin hikayesi de Aslanın tilkiye esir düştüğü hikayesidir ve tosbağanın geçmiş olsuna geldiği hikayedir.

Alintidir

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder