Çırê Musyon

15 Kasım 2025 Cumartesi

OSMANLI’NIN, KURULUŞUNDAN EN AZ BİR ASIR SONRA, TÜRKLÜĞÜNÜ KEŞF EDİŞİNİN SIRRI

 


A+A-

Ali Kemal Yıldırım

 

Bu günlerde Prof. Dr. Emrah Safa Gürkan’ın moderatörlüğünü yaptığı, ‘’Teke Tek Bilim’’ adlı proğramında ‘’ İlk Osmanlılar: Ve Batı Anadolu Beylikleri Dünyası’’ adlı kitabın yazarı Prof. Dr. Feridun M. Emecen’i izleme fırsatı buldum. Yazdığı eserlerden ve Türk Tarih Kurumu’nun Osmanlı Tarihi hakkında kitap siparişi vermesinden, Prof. Emecen’in, bu alanda, şu anda Türkiye’de en yetkin kişi olarak kabul gördüğü anlaşılıyor. Kendisi, kibarlık ve tevazuh ile dikkatleri çekiyor.

 

Söz konusu söyleşide Emecen,  Osmanlı tarihi ile ilgili ilk yazan kişinin  Germiyan sahasından gelen Ahmedi [1]olduğunu belirttikten sonra, onun manzum türündeki eserinin ‘’Gaza’’ teorisine sahip ideolojik bir çerçeveye sahip olduğunu belirtti. Dolayısı ile 14. Yüz yılın sonlarında yazılmış olan Ahmedi’nin Dâsıtân-ı Tevârih-i Mülük-i Âl-i Osman adlı eserinin Osmanlı kurucularının Türklüğü gibi bir iddiaya sahip olmadığını anlıyoruz. Germiyan sahasından gelen ve muhtemelen Kürt olan Ahmedi, anlaşılır nedenlerle Türklük yerine, İslama vurgu yapmayı tercih edecektir.

 

Emecen’in belirttiği gibi, Osmanlı ailesinin Türklüğü hususunda ilk iddia Yazıcızade Ali’ye aittir. Selçuknâme” (Tevârîh-i Âl-i Selçuk, bazen Selçuknâme ya da Oğuznâme olarak da anılır), Yazıcızâde Ali tarafından, 15. yüzyılın ilk yarısında, yaklaşık 1430–1440 yılları arasında yazılmıştır. II. Murad'ın isteği üzerine yazılan bu kitabın en önemli kısımı, İbn Bîbî'nin Farsça _el-Evâmirü'l-Alâiyye fi'l-umûri'l-Alâiyye adlı eserinin Türkçe çevirisinden oluşur. Selçuklu Tarihi hakkında yazılmış olan İbni Bibi’ye ait kitaba Yazıcızâde Ali, Osmanlı hakkında bazı eklemeler yapmış ve hatta, anlaşıldığı kadarı ile, İbni Bibi’nin orijinal metninde de bazı değişiklikler yapmıştır.

 

Neşrî Târîhi'nde, Yazıcızade’nin, II.Murad devrinde Mısır’da Memlûk sultanlarının yanında Osmanlı elçisi olarak çalıştığı belirtilir. Memlüklüler’in yazı ve yönetim dili klasik Arapça’dır. Askeri elit içinde Kıpçak Türkçesinin egemen olduğu iddia edilir. Yazıcızade’nin esinlendiği kaynakları anlamak için bu arka planı anlamak önemlidir, zira Karamani Mehmet devrinde divanda ve dergahta resmi dil olarak Türkçe’nin kullanıldığı ile ilgili iddianın ondam çıktığı anlaşılıyor, çünkü o Türklüğe yatırım yapmaktadır. Yazıcızade Ali döneminde zirve yapmış olan Türkçe diline yatırım, onun 1451 yılında ölümü sonrasında, 1470-1480 yılları gibi bir zamanda, muhtemelen bu dilin imparatorluk ihtiyaçlarına cevap vermediği düşünülerek, son bulur. Türkçe yerine, parelel kullanıma sahip karma dil Osmanlıca’nın hakimiyeti kabul görür.

 

 İbni Bibi, Selçuklu Tarihi hakkındaki kitabını Moğol işgali devrinde yazar ve bu nedenle Pervane, Karaman sultanı Mehmet ve Kalenderi dervişi Siyavuş hakkındaki görüşleri taraflı olup, Moğolları memnun etmeye yöneliktir.

 

 

 

‘’KAYI BOYU’’ TEZİ NEYİN İHTİYACI OLARAK GELİŞTİRİLDİ?

 

Osmanlı’nın soylu ‘’Kayı Boyu’’ kökenine sahip olduğu tezi Yazıcızade’ye aittir. Bu ‘’Kayı’’ ismi esasen İran’ın asil Keyanien kırallık sülalesinin ön ismi olan’’Kai’’ isminin Türkçe’ye uyarlanmasından başka bir şey değildir. Kayı tezinin bir masal olduğunu Halil İnalcık’da belirtir.

 

Osmanlı’nın Türklüğü ve Kayı Boyu’ndan olma iddiası daha sonra gelen Aşıkpaşazade (1400-1481), Velayeti, İdrisi Bitlisi v.b yazarlar tarafında sürdürülür. Aşıkpaşazade’nin damadı Velayeti, Kudüs’ten getirttiği, el-Wasti tarafından 14. Yüzyılın sonlarında yazılmış olan Ebul Wefa hakkındaki Menakibname’ye bir önsöz ekleyerek Edebali’nin bir Wefai müridi olduğunu iddia edecektir. Bu gelişmelerden, aynı dönemde, çok kişi tarafından Osmanlı’nın ideolojik tabanını güçlendirmek için koordine çaba içerisinde olunduğunu anlıyoruz. Aynı zamanda hem Osmanlı hanedanı ve hem de Ebul Wefa üzerinden Hz. Muhammed ile akrabalığa dek uzanan soy ilişkisi kurgusunun kişisel getirisi de bulunmaktadır. Önsözde yer alan iddialar Velayeti’nin kayınbabası, Osmanlı resmi tarihçisi Aşıkpaşazade’nin eserinde de tekrarlanınca bir resmi ‘’hakikat’’ inşa edilmiş olur. Halbuki   Konu hakkında yazan Jonathan Brack ve Sara Nur Yıldız Edebali’nin bir Wefai sufisi olmadığını ikna edici verilerle açıklarlar. [2]

 

Osmanlı tarihçileri hususunda Köprülü, İdris’i Bitlisi’yi örnek verir:

 

İdris Bitlisi’nin Heşt-Behişt’inde, Osmanlı hânedânının ve bunların mahiyetindeki kabilenin Kayı’lardan olduğu tasrih olunur....................İdris’in eserinden sonra, Osmanlı kronikçileri arasında, bu Kayı an’anesi âdetâ resmi mahiyet almış.[3]

 

Kayı soyundan olunduğunun iddia edilmesinin nedeni hakkında şu satırları okuyoruz:

 

Bütün bu ameli menfaat düşüncelerinin üstünde, o esnada Osmanlı sarayında ve yüksek sınıflar arasında moda olan edebi ve fikri cereyanların te’siri ile, kendilerini böyle asîl bir kabileye mensub saydırmak… [4]

 

Köprülü’nün ifade ettiği ‘’o esnada Osmanlı sarayında ve yüksek sınıflar arasında moda olan edebi ve fikri cereyanlar’’ soyluluk bakımından Kayaniyen ailesini yücelten İran geleneğinden oluşmaktadır.  Daha sonraları Köprülü bu görüşünden ricat ederek Anadolu Türklüğü’nün amentüsü haline getirilen Oğuz ve Kayı Boyu savunusuna geçer, zira işaret fişeğini ‘’Ulu Önder’’den almıştır:

 

Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühümdür. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.[5]

Siyasetçinin yazara ne yazması gerektiğini dikte ettirmesinin anlamı hakkında okuyucu düşünsün.

 

 TEMSİLDE YER VERİLMEYEN KÜRDE EDEBALİ ÜZERİNDEN EFSANE OLUŞTURULMASI

 

Ede’bali Tâcin el Kurdi’nin kızı ile evlendiği iddiası erken Osmanlı kroniklerinde geçmez. Osman Bey’de Edebali’nin kızı Malkhatun (Malhatun), dolayısı ile Tâcin el Kurdi’nin torunu ile evlendiği iddiası hakkında ChatGPT üzerinde yaptığım soruşturmada şu bilgilere ulaştım:

 

Edebali’nin Taceddin el-Kürdî’nin kızıyla evlendiği bilgisi ilk defa 17. yüzyıl civarında, muhtemelen Münirî Mehmed Efendi, Kâtip Çelebi veya Lütfi Paşa Tarihi’nin bazı geç nüshalarına dayanan tasavvuf silsilelerinde görülür.

Ancak tarihçiler arasında bu rivayeti ilk sistemli şekilde dile getiren kişi genellikle Bursalı Mehmed Tahir (19. yy) olarak kabul edilir. O, Osmanlı Müellifleri adlı eserinde bu rivayeti “bazı menakıbnamelere göre” diye aktarır.

 

Bu hikayenin yaygınlaşmasının nedeninin 19. Yüzyıla ait İttihat Teraki’nin bilinen icraatlarından biri olduğu anlaşılıyor. Yakın zamanda bu iddianın tekrar öne çıkarılmasındaki amaç; cumhuriyet’in kuruluşunda baş vurulmuyan Kürt ve Alevi rızalığının, sanki Osmanlı kuruluşunda varmış gibi yeni Osmanlıcılığa uygun bir algı oluşturmaktır. Çok sayıda Kürd’ün de ortak edildiği bu algı oluşumununun doğru olmadığı ortaya çıktı: Prof. İ.H. Uzunçarşılı’nın yayınladığı Orhan Bey’e ait 1324 tarihli Vakıf belgesi (waqfiyya) Malkhatun’un Ömer Beg’in kızı olduğuna tanıklık eder. Hakan Erdem, Bu konuyu, 09/03/2019 tarihli Karar gazetesindeki köşesinde ‘’Şeyh Edebali Orhan Bey’in dedesi değildi’’ başlığı ile işleyecekti.

 

OSMANLI TÜRKLÜĞÜNÜ NEDEN SONRADAN KEŞF ETTİ?

 

Osmanlı kurucuları, nerede se 150 sene gibi bir zaman Türk olduklarından bahsetmiyorlarsa bunun şöyle bir anlamı olmalıdır: ya  Osmanlı hanedanları Türk olduklarını bilmiyorlar, ya da biliyorlarsa da bunu gizlemektedirler. Ancak çok muteber bir kökene sahiplerse niye gizlesinler? Osmanlı sarayının sonradan Türklüğe yatırım yapması, muteber görülmeyen aidiyetin Türklük olmadığını gösteriyor.  Osmanlı’nın kurulduğu devirde insanlar kendilerini mensubu oldukları Oğuz, Kıpçak, Karluk v.s  gibi boylara göre tasnif ediyorlardı. İlk kez Orta Asya havalisinde Oğuz v.b boylar ile karşılaşan Araplar böylelerine kendi dillerinde "Etrak" diyorlar. Bu sözcük anlam itibari ile Türklüğü fade etmek için kullanılmış olsa da, boylar, kendilerini kendi isimleri ile anarlar.  ‘’Türk’’ isminin, bu topluluklara, dışarıdan verildiği (exonym) anlaşılıyor. Koreli gezginci Huei-ch’ao 5. Yüzyılda Hunlular ile T’u-Chúeh (Türkler) arasında baş gösteren savaşlardan bahseder.[6]  ‘‘Türk Devletleri Tarihi’’nin yazarı Ahmet Demir, bunu T’u-küe olarak telaffuz eder. Bu şekilde yazılmasının nedenini de Çincede ‘’r ‘’ harfinin bulunmaması ile açıklar.[7]

 

Selçuklu döneminde de Denizli ve havalisine "Turquia" ismi dışarıdan, Latinler tarafından verilir. Bu durum, tarihi düşman olarak bilinçlere yerleşmiş olan ‘’İran’’ ismini anmaktan daha hayırlı bir şey olarak düşünülmüş olamaz mı? Aradan bir asırdan fazla zaman geçtikten sonra Osmanlı sarayı neden Türk olmayı akıl etti? ‘’Chucher, 1369 yılından itibaren batı tarafından Osmanlı için Turchia/Turquia isimlerinin kullanıldığı bilgisini verir.’’[8] Yani Osmanlı daha kendisine Türk demeden başkaları bunlara bir isim vermiş bulunmaktadır.

 

Osmanlı açısından sorulacak en makul soru, çevrede daha köklü kimlikler var iken, bunların neden Türklüğe yatırım yaptığını sorgulamak olmalıdır. Aslında ‘’Kayı’’ iddiası, aynı zamanda bir İranilik iddiasıdır, ancak, anlaşılan, bir kapsam genişlemesine maruz kalmıştır.  Osmanlı’ya soylu bir kök oluşturmak amaçlı seçimde, Timur’un oğlu Şahruh 2. Murad’ı küçümsemesi ve çevredeki beyliklerin öteden beri Osmanlı’yı aşağılanmalarına muhatap olmanın payı bulunmaktadır. Osmanlı’nın başka adları seçmemesinde şu ihtimaller üzerinde düşünülebilir:

1) Bizans diyemezdi. Onun sahipleri vardı; üstelik bu güç ile bir rekabet, daha ötesi savaş hali mevcuttu.

2 Arap diyemezdi, Hristiyan ülkesinde tepki toplar. Toparlayıcı olamaz.  Üstelik yenilmiş bir unsur.

3) Fars diyemezdi. Hem Rum Selçuklu'nun dağılması zaten İrani unsurun yenilgisi ve hem de Latin ve Bizans unsuru tarafından, İran'la tarihi düşmanlık nedeniyle, cazip karşılanan bir durum değil. Moğollar İran’I düzleyerek gelmiş; Rum-Selçukluda İrani kökenden olanları tasfiye etmiş. Öyle olunca Moğollar bu durumu hiç Kabul edemezdi.

4) Geriye kalan Moğol alternatifi:  Moğollar Memlüklülere yenilmiş ve yıpranmış bir güç. Kanlı mirası nedeniyle cazip değil. Kaldıki Osmanlı Moğollar'dan farklı olarak yerleşik hayata geçmeyi tercih ediyor ve kültürel etkileşime, dolayısı ile kültürel asimilasyona açık. İçerdeki Rum, Kürt, Fars, Arap gibi diğer unsurlar Moğolluk’dan haz etmemektedir.

 

Görünen o ki, bütün bu alternatifler değerlendirildikten sonra, daha kapsayıcı olacağı düşünülerek ‘’Kayı Boyu’’ mensubu Oğuz olunmaya karar veriliyor. Burada hem İran ve hem de Asyatik unsurları memnun etmek de istenmiş olabilir.  Buna ragmen, daha sonraki tarihlerde, Osmanlı’nın hanedanlık ailesinin  Türklüğü red eden  ve hatta küçümseyen ifadelerine de tarihte çokça rastlanabilir. Osmanlı sülalesi öyle bir yerden gelmeli ki, soylulukta ve savaşçılıkta kendisini suçlayan rakiplerinden aşağı olmasın ve bu sayede diğer beylikler üzerinde hakimiyetine meşrulaştırıcı bir gerekçe yaratsın. İşte o zaman İrani Şahlık sülalesinin "Kai" ön isminden hareketle "Kayi Boyu" diye bir boy icat edilir. ‘’Kayi Boyu’’ adından daha önceleri bahseden yok. Bu boy Osmanlı ailesi ile ilgili bir iddia, tebaa önemli değildir. 

 

Öyle ise Osmanlılar kim? Osmanlı tebaası ekseri çoğunluk ile Rum, Kürt, Ermeni, Gürcü, Arap, Harzemli, Fars v.b yerli halk mensuplarından oluşuyor. Bu yerli tebaaya Türk ve Moğol katılımı esas olarak 1071 sonrası sürecin ürünü. Tabii bir de ‘’Türkmen’’ olarak adlandırılan çok etnisiteli gruplar da var. Ancak Selçuklu’nun Fars kökenli veziri Nizam I Mülk’ün  tasvirine göre ‘’Türkmenlik’’ zaten göçebe hayat tarzını ifade ediyor olup, çeşitli farklı kavimleri kapsayan  bir kavram. Elbette göçebenin ne camisi ve ne de 5 vakit namazı olur. Bu da işin başka bir boyutu…

 

RUM-SELÇUKLU DEVRİNDE ANTİ MOĞOL İTTİFAKI VE KÜRTLER

 

Kösedağı savaşı (1243) sonrası Moğollar Rum Selçuklu devletini vassalı haline getirir. 1246 yılında Saadettin Köpek’in kışkırtması ve II. Giyasettin Keyhüsrev’in emriyle İrani kökenli  olan Sahib Şemseddin al-İsfahani’nin öldürülür.

 

1256 yılında Moğol Baycu’ya karşı  Rum komutan Paleologus önderliğinde annesi Rum  İzzettin Keykavus’un da dahil olduğu yerli güçler ittifakı (Rum, Kürt, Fars ve Arap ) Moğollar’a karşı  Aksaray önlerinde ciddi bir yenilgi yaşar. İttifak ile ilişkili olan Ezidi Kürt lider Şerafeddin, Moğollar ile yapılan savaşta 1258 yılı civarında Erzincan’a bağlı Kemah önlerinde öldürülür.

 

15 Nisan 1277 tarihinde Elbistan’da yapılan savaşta Moğol güçleri Memlüklüler tarafından hezimete uğratılır.  Sultanlardan daha fazla yetkiye sahip olan Rum-Selçuklu veziri Pervane Memlüklüler ile işbirliği yaptığı iddiası ile 2 Ağustos 1277 tarihinde Moğollar tarafından idam edilir. Pervane’nin idamı ile İraniler’in (dolayısı ile Kürtler’in) devlet ve bürokrasideki varlığı marijinallleşir. Bu durumu, Rum-Selçuklu tarihinde İraniler’in tasfiyesi ile gerçekleşen bir kırılma olarak okumak yanlış olmuyacaktır. 

 

Kösedağı savaşı  sonrası Moğollar Rum Selçuklu devletini vassalı haline getirmekle kalmamış; böl ve yönet politikası gereği çok sayıdaki beyliğin güçlenmesini de sağlamıştır. Bu bölgede Moğol desteğinden yararlanıp diğer beylikler ile ilişkilerde yararlanılan beyliklerden biri de Çobanoğullarıdır. Kastamonu çevresinde oluşan Çobanoğulları Beyliği, 1211-1309 yılları arasında hüküm sürer. Osmanlı tarihi, hakkında yazan çok sayıdaki tarihçi Osmanlı devletinin 14 yüzyılın ilk çeyreğinde kurulmuş olduğunu iddia ederler. Onlara göre 1299 tarihi hayalidir. 1309 yılında Çobanoğulları’nın son bulmuş olması onun yerine Osmanlı’nın geçmiş olmasını da açıklar, zira yaygın iddiaya göre Osman daha önce bu beyliğin hizmetindedir.

 

 

pictweefure1.jpg

 

II. Theodore Lascaris (1221-1258) ile Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykavus (1238-1279) Moğollara karşı işbirliği yapınca bu iş birliğini engellemek için Osmanlı Beyliğine evrilen bir sürece Moğollar destek verirler. Yerlilerin ittifakı Moğolları hayli tedirgin etmiştir. Selçuklular’ın Bizans ile bağını koparmak için, bu bölgede o zamana dek Çobanoğulları idaresine tabi bir komutan olan Osman’ın (Othman) önü açılır. Böylece Osmanlı ailesinin yükselişi Moğol desteği sayesinde gerçekleşir. Moğollar, Bizans ile ittifak içinde olan  İzzeddin Keykavus’a karşı,  annesi Türk (belkide Moğol?) olan IV Rükneddin Kılıçarslan’a destek verirler.  Osman’ın çoban başı olması komutan olması ile uyuşmazlık teşkil etmemektedir. O günler çoban başı olmak, bütün topluluklarda aynı şekilde aşağılayıcı  (pejorative) olarak mı algılanıyordu? Muhtemelen değil…

OSMAN BEY KİMDİ?

 

Osman gerçekten kimdi? Osman Bey’in babasının kim olduğu hususunda erken Osmanlı tarihinde bir bilgi bulunmamaktadır.

 

Sultan II. Mehmet döneminde tarihçi Şükrullah, Osman’ın babası Ertuğrul’u göbekten Nuh’un torunu olarak sunacaktır. Osman’ın babasına Ertuğrul ismi yakıştırılır iken, kendisinin dedesine de Süleyman adı verilecektir, zira Süleyman Suriye’de savaşta ölmüş bir Selçuklu komutanıdir. Anlatıya göre Sultan Süleyman Merv yakınlarındaki Mahan’da doğmuştur. Oysa Evliya Çelebi, eseri “Seyahâtname”de, Hz. Nûh ve kavminin konuştuğu dilin Kürtçe olduğunu ifade eder.[9]

 

 Tarihçiler Osman’ın kökeni hususunda hemfikir değiller. Onun Hicazlı bir Arap olduğunuİ İranlı, Bizans, Harzem olduğunu söylüyenler var; ancak çoğunluk Moğol olduğu görüşünde. Prof. Emecen Osman’ın Harzemli bir Oğuz Boyu mensubu olduğunu söylese de, bu durumu da doğrulayacak veriden yoksunuz. Rum-Selçuklu ve Eyyübü Eşref ittifakı karşısında Erzincan Yassıçimen’de ağır bir yenilgi almış Harzemliler’e, kurtlar sofrasında bu kadar geniş alan açılacağına ihtimal verilmiş olması mümkün görünmüyor. Harzemliler’in Oğuzluğu ve hele 24 boy mensubiyeti ise bir efsaneden müteşekkül. Oysa Prof Boswort 9 Oğuz kabilesinden bahseder.[10] Kaldıki bunlar da çoktan melezleşmiş olmalılardır. Bazı kaynaklar, örneğin 13. Yüzyılda yaşamış olan Ermeni tarihçisi Kirakos Gandzakets Selçuklular’ın İskitli olduğu iddiasında bulunur.[11] İskitliler (Sakalar), tarihçiler tarafından, İrani bir halk olarak görülür.

 

Aşıkpaşazade’nin belirttiğine göre, Karesi vilayetine (Balıkesir civarı) yerleşmiş olan Araplar'I, Orhan Bey Rum iline geçirmiş; Araplar uzunca bir süre Gelibolu’da oturmuşlardır. Osman’ın Arap olması; Orhan tarafından Araplar sürüldüğüne göre, ihtimal dahilinde olmayan bir durum. Orhan henüz çok güçlü olmadığı bir devirde akrabaları olsa onları neden sürsün? Geriye en güçlü ihtimal olarak Moğolluk ve Farslılık (İranlılık) kalıyor. Istanbul’un alınması sonrası Fatih’in hizmetine giren Yunanlı yazar Kritovoulus Osmanlı sülalesinin Ahameniş ve Farslılara dayandığını söyler.[12]

 

Kimi Kürt çevreleri ise utangaçça Osman’ın aslen Kürt olduğunu fısıldarlar. Bu konuda, dayanak olarak, Osman’ın gerçek isminin bazı kaynaklarda Atman olarak geçmesi gösterilir, zira Atman ismine sahip Kürt aşiretleri de bulunmaktadır. Bu durumu, geçmişten kendi ‘’kahraman’’ını yaratarak, mevcut ezikliği giderme amaçlı bir çeşit psikolojik refleks olarak da yorumluyabiliriz ‘’Athman sözcüğü orijin olarak Sanskitçe’den alınmadır. Ātman Brahmanizm’de, sonsuz yaşayan enerji olarak ‘birey ruhu’ anlamına gelir.’’ [13] Bu durumda Ātman pekala bir Hintli, Tacik, Fars, Afgan v.s de olabilir.

 

Stratejik bir alanda, Moğollar’ın dost görmediği kavimlerden birinin yükselmesine Moğollar neden izin versin? Bölgede Moğollar tarafından en fazla zulüme uğratılıp katliamlardan geçirilen toplululukların başında İsmaililer ve Kürtler gelir. Bu durum göz önüne alınırsa, soruya menfi cevap vermek imkansızlaşıyor. Kaldıki İsmaililer’in de önemli bir kesimi Kürt. Üstelik Rum, Kürt, Fars, Arap v.b yerlilerin ittifakına karşı, Marmara havzasında Moğollar’ın stratejik dost ihtiyacını karşılamak için Osman Bey’e yatırım yapılır. Moğollar ile iyi ilişkiler içerisinde olan Ermeni ve Gürcüler var iken, bir Kürde neden yatırım yapılsın?

 

OTOKRASİNİN MİLLİYETİ MESELESİ VE JEO POLİTİK

 

Kaldıki, bir Kürt otokratik bir devletin kuruluşunda yer almış olsa veya sadrazam olsa, bu devlet bir başka devlet mi olur? Neyseki Osmanlı’ Devleti’nde, Genç Osman (II. Osman) döneminde1622-1623 yılları arasında, sadece bir sene gibi bir zaman sadrazamlık yapmış olan Köse Mehmed Paşa dışında, herhangi bir Kürt sadrazam ile karşılaşmıyoruz. Moğollar Rum Selçuklular devrinde yaptıkları operasyon ile Kürt unsurunu siyasal olarak marijinalize etmişlerdir. Athman (Osman) Kürt kökenli olsaydı herhalde kendi kavmine önem verirdi? Vermemiş ise, Kürtler için Osman’ın öneminin sırrı nedir?

 

Burada meraka değer başka bir husus ise şudur: Yerlilerin ittifakına karşı Osman kartının öne çıkarılmasına Memlüklüler’in tavrı nasıl olmuştur? Memlüklüler Moğollar ile düşman. 1277 yılında Memlüklüler Elbistan ovasında Moğollar’I hezimete uğratırlar. Böyle olunca Moğollar’ın Osman üzerindeki etkisi de zayıflamış olmalı. Bütün Anadolu sathında yaygın varlığa sahip; asıl işi savaş olan Moğol güçleri, para verecek olan beylerin safına akın etmiş olmalıdırlar. Bu şartlarda Karaman ve Germiyan beylikleri arasında rekabetler yaşanmaktadır; Ceneviz, Venedik ve Latin varlığı bölgede aktiftir. Latinler aralarındaki din ayrımı nedeniyle Bizans’a düşmandırlar. Osman’ın safında savaşan Katalan askerlerinin varlığı göz önüne alınınca burada bir bit yeniğinin olduğu anlaşılıyor. 13. Yüzyıl sonlarında Latin politikasının; bir yandan Ortodoks düşmanlığı, diğer taraftan da kaos yerine, muhatap oluşturma üzerine kurulu olduğunu söylersek yanılmış olmayız.

 

Geçmişte 1240 yılında, yaklaşan Moğol tehlikesine karşı, Anadolu’yu güçlü tutma gereği Katalan askerlerin Babailer’e karşı mücadelede yer aldıklarını biliyoruz. Latinler Kösedağı savaşında, Kürtler’in de desteklediği Moğol karşıtı yerli ittifaka destek verirler.  Osman’ın yükselişi ile ilgili bütün detaylarını bilmediğimiz bir durum söz konusudur. Ancak o zamanki jeo Politiğin Osman’a uygun fırsatlar sunduğu ortada. Yoksa sıradan bir çoban başılıktan (komutanlıktan) bir beyliğe nasıl yükselinebilinir? Bu Jeo Politik nedeniyle  daha önceleri de, 1178 yılı öncesinden başlamak üzere, Alman kökenli Roma İmparatoru Fredrick Barbarosa ile Selçuklu Sultanı ilişki geliştirmiş ve Selçuklu topraklarından Haçlı ordularının geçişinin sağlanması için Alman asilzadesi Gottfried von Weisenbach Anadolu’ya gönderilmiş ve daha sonra onu başkaları izlemiştir. [14]

 

picturewrwerre1.jpgpwwicture1.png

Jeo Politik yanında  Osmanlı'yı yükselten diğer dinamikleri anlamak bugünkü siyaseti de anlamak için önemlidir. Şikari’nin verdiği bilgilerden Kahramanlılar ve Eretna saflarındaki Moğollar’ın katılımı ile Osmanlı’nın ordusundaki Moğol askeri gücünün arttığını anlıyoruz.[15]  Bu katılım hikayesinde Moğollar’ı cezb eden neydi? Osman’ın kimliği, ordusundaki Moğol komutanların varlığı veya yağma? Hepsi de olabilir. Colin Heywood Osmanlı hanedanının Bizanslıların kuzey ve kuzeybatısındaki Moğollarla bir akrabalığı olduğunu ileri sürer.[16] Lindner İlhanlılar’a ait, Ghazan Han adına basılmış metal para (dirhem) üzerinde ‘’Söğüt’’ yazılı olduğundan ve Orhan döneminde İlhanlılar’ın Orhan’dan haraç beklediklerine ilişkin bir kanıttan hareketle; Osman’ın kariyerinin başlangıcında İlhanlı yörüngesinde olmasının tuhaf bir şey olmıyacağını ileri sürer. [17] Halil İnalcık’ın yazdığına göre, İlhanlı mali kayıtlarında, Orhan Bey dönemine dek Osmanlı Beyliği’nin bu devletin sınır eyaleti olarak yer aldığı yer alır.[18]

 

 

SONUÇ

 

Prof. Emecen Osmanlı Sultanları’nın kendi Türk köklerini unutmadıklarını iddia eder. Halbuki İran ve özellikle de Rum-Selçuklu sultanlarının pratiği onların erken devirlerde köklerini unuttuklarını gösteriyor. Rum-Selçuklu sultanı I. Alaeddin’in Keykubat’ın; İzzettin ve Ruknettin adlı oğullarının annesi Kürt Eyyübü ailesindendir. İbni Bibi’nin eserinde, bugünkü Ukrayna topraklarında Sogdian bölgesine çıkan Rum-Selçuklu komutanı, Kıpçaklar’dan ‘’Küfar I Etrak’’ diyerek bahseder. Bu ifade tarzı, Rum-Selçuklu devletinin kendisini Türk olarak görmediğine delalet eder.

 

Petrushevsky; Prof. Emecen’ın iddiasının tersine, Selçuklular’ın İran’da İslam’a geçerek kendi Oğuz geçmişini unuttuklarını; buna karşılık Moğollar’ın aşamalı olarak geçmiş şamanist, Hrıstiyan ve Budist inançlarını terk etmelerine rağmen, hiç bir zaman tarihi köklerini unutmadıklarından bahseder.[19] Ancak;

 

  Devletler gözden düşen kimlikler ile yola devam edemez; bunlar kendilerine yeni bir kimlik ve hikâye yaratma ihtiyacı duyarlar. Devletlerin isim değişikliği, birazda günümüzde başka bir yüzle müşterilerinin karşısına çıkmak isteyen şirketlere benzer.[20]

 

Osmanlı ismi yerine, Türkiye Cumhuriyeti adının seçilmesinde  böylesi bir imaj değişikliği ihtiyacının rolü yadsınamaz. Son Osmanlı padişahına göre, ilk Cumhurbaşkanı M. Kemal’in ‘’Tek Adam’’ olması, bu yeni imajın gölgesinde kalacak ve pek önemsenmiyecektir.

 

Sonuç olarak, 15. yüzyılın ortalarında imparatorluk yolunda ilerliyen bir devlet ve onun yöneticileri üstünlüklerini kanıtlıyacak bir hikayeye ihtiyaç duyarlar. Diğer kimlikler yıpranmış ve aralarındaki husumet nedeniyle, geniş bir desteğe uygun değildirler. O zamana dek rağbet görmeyen, ancak Selçuklular döneminde çok zaman kendilerini desteklemiş olan Latinlerin kullandığı "Türk" ismi bu şartlarda avantajlı görülerek bir tercih haline gelir. Türk diline gelince, onun gelişiminde Moğol siyasal ve dilsel katkısı bir kaldıraç rolü görür. Ancak birileri ‘bu devlet bir Fars devletidir’ deseydi, Moğol işgali sonrası yeni dinamiklerin harekete geçtiği bir bölgede, bu Farsça bugün bildiğimiz Farsça olabilir miydi? Arap işgali döneminde Farsça yüzde kırk oranında Arapça kelimeler ile dolduğuna göre, bu soruya menfi cevap vermek imkansızlaşıyor. Özbekçe, Kırgızca, Türkmence v.b diğer Türki dilleri anlama oranımız bu konuda bir gösterge olabilir. Demek ki, bugünkü Türkçe, diğer komşu dillerdeki etkileşim ile epey farklılaşmış; hem Türkçe ve hem de Türk çok değişmiş…

 

 Osman’ın etnik mensubiyeti ne olursa olsun, Moğol katkısı olmadan böylesi bir beyliğin başarılı olması imkansızdır. Osman’ın başka bir etnisiteye sahip olması, Osmanlyı Osmanlı olmaktan çıkarmaz. Osmanlı’nın başındaki kişinin etnik mensubiyetinin Türk olup olmaması bu imparatorluğun otokratik karekterinde bir değişime neden olmaz. Bazı yazarlar için Akkoyunlu Sultanı bir Med kralıdır. Demek ki, Uzun Hasan’ın Türk kökenli olması onun Med kralı olmasına engel olmamış. Aynı şey Mısır ve Süriye’de hükümdar olan Eyyübüler için de geçerlidir. Öyle ise, neticeye bakmak daha

Kaynak: OSMANLI’NIN, KURULUŞUNDAN EN AZ BİR ASIR SONRA, TÜRKLÜĞÜNÜ KEŞF EDİŞİNİN SIRRI - Ali Kemal Yıldırım

14 Nisan 2025 Pazartesi

PERVİN BULDAN'IN ROMA KONUŞMASI VE ABDULLAH ÖCALAN'IN TARİH OKUMALARI - 2

 15 ŞUBAT 1999'DAN SONRAKİ DÜŞÜNCELERİ

“Osmanlı İmparatorluğu… kapitalizmin yayılma süreci karşısında fazla dayanamaz ve 20. Yüzyılın başlarında çözülüp tarihe karışır. Türkler bu. Sefer İslam ideolojisi yerine, Batıcı, milliyetçi ideolojisiyle Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, Batı kolonyalizmi ile işbirlikçi durumuna düşen sultanlık çevrelerine, Ermeni ve Rum kompradorlarına karşı, dışta Bolşevikler ve Kürtlerle geliştirdikleri ittifaklarla hem Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanırlar. Hem de cumhuriyet sürecine tarihi bir geçiş yaparlar.” (Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru, Cilt 1, s. 520, 2002. Bundan böyle Sümer Rahip Devletinden)
“Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde gelişen ve esas olarak Türk ve Kürt halklarının ortak iradesine dayanan Ulusal Kurtuluş Savaşı, İlerici ve kalıcı yönü ağır basan, Avrupa uygarlığının olumlu özelliklerine sahip çıkan ama onun tahakkümcü yönüne de karşı koyan bir öze sahiptir.” (Sümer Rahip Devletinden, cilt II, s. 102, 2002.)
"Mustafa Kemal milliyetçiliği aslında bilimden uzak olmayan, maceracılığa kaçmayan, yurtsever yanı ağır basan biçim taşımasına rağmen, bu özünü hızla yitirip siyasal iktidarın
temel kitle uyuşturma aracına dönüştürüldü." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 206)
"İngiliz etkisi dolaylıdır. Adeta 'Musul-Kerkük'ü bırakmazsanız, biz de Kürt isyanını destekleriz' biçiminde şantajvari bir yaklaşımla koz olarak kemalistlere karşı kullanmışlardır. Bu da Kürt-Türk ilişkilerinin olumsuzlaşmasında temel bir rol oynamıştır. Halbuki Mustafa Kemal Atatürk 1924 başlarında Kürtlerin özgürlük problemlerini kabul etmekte, bir çözüm arayışında olduklarını bu yılda yaptığı İzmit Basın Konferansı'nda dile getirmektedir." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 248)
"Atatürkçülük denen olgu 20. yüzyılın en önemli değişim projelerinin başında gelmektedir. Bu özüne hiç anlam vermeksizin, fetişçi bir Atatürkçülük daha çok işine gelir. Özellikle çağdaşlık, kadın, bilim, cumhuriyetçilik başta olmak üzere birçok yönüyle çeliştiği halde, bu istismarcılık en güçlü bir yöntem olarak sürdürülür. Özde değil lafta bir Atatürkçülük, hem resmi devlet kurumlarında hem toplumsa alanda yaygın bir tutumdur." "Mustafa Kemal Atatürk'ün Kürt politikasını antiemperyalist konumu belirler. Antiemperyalizm dışında özgür Kürtlüğe bir düşmanlığı olduğunu kanıtlayacak belge yoktur. Belki Kürtlerin emperyalizmin elinde bir cumhuriyeti yıkma, sultanlığı ve halifeliği geri getirme rolünü abartmış olabilir. Ama politikasının özünün bu olduğunu kimse inkar edemez." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 254)
"Türk yönetiminin Kürtleri eski tarz yönetemeyeceklerini iyi anlaması gerekir. İkinci bir Irak istemiyorlarsa, demokratik çözüm ve barış üzerinde ciddiyetle durmaları gerekir. Bu çözümün Mustafa Kemal Atatürk'ün özgürlük yaklaşımının gerçekçi bir uygulamasına ters düşmediğini iyi bilmek gerekir. Atatürk'ün özgür Kürt yurttaşlığına ve kendi ortaklaşa veya ayrı demokratik organlarına düşman olduğunu, kemalizmin Kürt düşmanlığı demek olduğunu iddia etmek, milliyetçi tuzaklara düşmek anlamına gelir." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 257)
"Yavuz Selim'in Kürt politikası bu tehlikeyi bertaraf etmişken, M. K. Atatürk'ün de 1920'lerde bu tehlikeyi önlemesi, Kürtlerle özgürlük ilişkisi temelinde kurulan bu ittifakla mümkün
olmuştur. Türklerin Anadolu tarihleri Kürt ilişkileriyle çok sıkı bir diyalektik ilişki içindedir; bu ilişkinin parçalanması, tam düşman hale dönüştürülmesi, Türklerin ister farkında olsunlar ister olmasınlar, en büyük stratejik kayıpları olacaktır. İsyanlarda kusur her iki taraftadır. İlkel ve şoven milliyetçilik, feodal dini gelenekler stratejik bir ilişkiyi anlayıp yürütecek konumda değildiler. Kürt tasfiyesinde aşırıya gidilmekle stratejik ilişki yok olmanın eşiğine gelmiştir. M. K. Atatürk ve İ. İnönü bunu son dönemde görmüşlerdir. Fakat telafisi mümkün olmamıştır." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 298)
İttihatçı milliyetçiliği, Alman yayılmacılığına uygun hat üzerinde, tüm Türklük dünyasını aynı ırkçı milliyetçi bayrak altında toplamak ister. Bu yaklaşımın tarihsel toplumsal gerçeklikten kopuk olması Osmanlı İmparatorluğu'na pahalıya mal olur. Buna mukabil imparatorluk enkazından Ulusal kurtuluş savaşıyla Türkiye
Cumhuriyeti'ni kuran Mustafa Kemal önderlikli hareketin milliyetçiliğe yaklaşımı farklıdır. Anadolu kültür uygarlıklarını kendine esas alan, Sümerlerden Hititlere kadar gelmiş geçmiş
Anadolu uygarlıklarına dayalı bu milliyetçiliğe kültür milliyetçiliği veya Anadolu yurtseverliği demek mümkündür. Mustafa Kemal bu farklı milliyetçi anlayışların farkındadır. Kendisine ısrarla yapılan "yeni kurulan cumhuriyete 'Türk Cumhuriyeti' diyelim" önerisini yine açıkça reddedip, Türkiye “yani ırk bazlı değil, ülke bazlı” adlandırmasını daha uygun görmüştür. Her ırk, soy bu milliyetçilik, daha doğrusu yurtseverlik içinde seve seve yer alabilir anlayışı içindedir. Bu milliyetçiliğe veya yurtseverliğe ırkçılık demek mümkün değildir." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 246)
"İsyanlar hakkında Mustafa Kemal ve İsmet Paşalar sadece ezmeyle meselenin halledilemeyeceğinin bilincindedir. Özellikle idamlarda aşırıya gittiklerini İsmet Paşa hatıralarında belirtmektedir. Cumhuriyet için derin bir yara açıldığını fark etmişlerdir. Üzerini küllendirmeyi bu nedenle çözmeye tercih etmişlerdir." (Bir Halkı Savunmak, 2004, s. 250)
"Suçu tamamen Mustafa Kemal’e yükleyemeyiz. 1920’lerde eşit ittifakı savunuyordu… Sonra isyanlar oldu. Arkasında Sultan Vahdettin ve İngilizler vardı.” “Mustafa Kemal ülkesi için kendi halkı için dünya çapında en büyük mücadeleyi veren önderlerden biridir. Mustafa Kemal iyi bir savaşçıydı, iyi bir bağımsızlıkçıdır, laiktir, bilimseldir, ortaçağ ideolojisine karşıdır. Zaten cumhuriyetçi olduğunu biliyoruz. Aydın taslaklarına söylüyorum. Mustafa Kemal kadar kendi halkınızı seviyor musunuz? Onlar kadar vatanınıza sahip çıkıyor musunuz, anti emperyalist misiniz? Onun kadar halkına, tarihine kültürüne düşkün müsünüz? Yaklaşımınız cahilcedir, buna hakkınız yok.” (24 Eylül 2004 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“İttihat ve Terakki’nin ulus devletçi anlayışı Ermeni meselesinde Türkiye’yi Sevr’e götürüyorsa, bunların Türklükle alakası yoktur. Bunların çoğu dönmedir. Bu anlayış dört milyon kilometrerakelik devleti bitirdi. Şimdi de Türklük adına bir sürü propaganda yapıyorlar. Türkleri Yahudilerin koyduğu yere koymuşlar. Eee sonuç: Anadolu’da biz birbirimize gireriz. Mustafa Kemal bunu yapmıyordu. O kimseyle görüşmedi. Önce Erzurum’a geldi, Diyarbakır eşrafına mektup gönderdi. İçteki bütünlüğü sağlayacaktın. PKK için doksan dokuz ülkeye taviz verdiler. Bu Kemalizm midir?” “Mustafa Kemal’in tecrübesi tarihi bir tecrübedir. Kürtler mutlaka ders çıkarmalıdır. Ders çıkarmazsak 1925’teki gibi başımıza belalar gelebilir. 70 yıl bu konularla uğraşılır. Bugün Türkler, Kürtler ve Ortadoğu halklarına söylüyorum. Biraz saygılı iseler, Mustafa Kemal’in devrimci kişiliğini yaşatsınlar. Eğer Mustafa Kemal’e zırnık kadar saygıları varsa, onun özgür kimliğini bugüne taşısınlar.” “Bizim Mustafa Kemal’in cumhuriyeti ile bir sorunumuz yok. Bu cumhuriyet J.J. Rousseau, Robespierre, Napolyon üzerinde birleşmiştir. Bu Mustafa Kemal’dir. J. J. Rousseau ideolojik, Robespierre politik, Napolyon askeridir. Mustafa Kemal bu yönleri almıştır. Onun cumhuriyeti Fransız modelidir. Onda yüzde 25 demokrasi, yüzde 75 devlettir. … O dönemki koşullar ancak buna izin veriyordu.” (18 Mart 2005 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Mustafa Kemal’de demokrasi çizgisi, birlik ve kardeşlik çizgisi vardı. Kürtlerle iyi gidecekti. [1925'te] İsyan yaptırıldı, ondan sonra yokluk gelişti.” (6 Mayıs 2005 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Cumhuriyeti kuran ve yaşatmaya çalışan Mustafa Kemal, sonuçta ihtilalci bir kişiliğe sahiptir ve emperyalizm tehlikesini de görmüştür. Bu nedenle o ve ekibi 1925’ten sonra cumhuriyeti koruma içgüdüsüyle hareket etmiştir.” (23 Haziran 2006 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Mustafa Kemal 1919-1924 arasındaki dönemde biraz bağımsızlıkçıydı. Ancak İngilizler bundan sonra denetimi ellerine aldıktan sonra devleti tanıdılar. Ama biliyorsunuz o dönemin bütün kadroları İttihat ve Terakki kadrolarıydı, etrafını sararak onu boğdular. 1920’lerde bile Mustafa Kemal bunlarla uğraştı, çok güçlüydüler. Sonra çok sayıda kadrolarını (Dr. Nazım, Cavit gibi) tasfiye etti.” “Evet Mustafa Kemal devrimcidir, ihtilalcidir. Sonradan Kürt isyancıları ezmiştir, ama akıllıdır da. Gerektiğinde Kürtler ile işbirliği yapmış ve cumhuriyeti de bu temelde kurmuştur. Kürtlerle ittifak yaparak kurmuştur. Ancak daha sonra devletin Kürtleri inkarı ile Kürt isyancıların hataları, Kürt sorununu çözümsüz hale getirdi.” (9 Eylül 2006 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Atatürk gibi ciddi bir devlet adamı olsaydı veya Türkiye tarihinde bazı ciddi devlet adamları gibi kişiler olsaydı bu sorunu şimdi çözerlerdi.” (29 Ekim 2006 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Seyit Rıza’yı idam etmek için alelacele bir prosedür uyguladılar. İdamına hemen karar verdiler ve Mustafa Kemal’in imzasını beklemeden Seyit Rıza’yı idam ettiler. Seyit Rıza’nın idamında Mustafa Kemal’in imzası dahi yoktur.” (14 Nisan 2008 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Gelin Mustafa Kemal’in 1920’lerdeki ilk Meclis konuşmasını referans alalım. Sonrasında çözüme yönelik birçok konuşmasını referans alalım…” (25 Nisan 2008 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Mustafa Kemal’in özgürlükçü olduğuna da inanıyorum, bağımsızlıkçı olduğuna da inanıyorum ve direndiğine inanıyorum. O nedenle ısrarla Mustafa Kemal’e vurgu yapıyorum. Ama bırakmadılar, güç getiremedi, etrafını kuşattılar. İttihatçı kadro ile Mustafa Kemal’in etrafını sarmışlardı.” (4 Temmuz 2008 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Mustafa Kemal’i gündeme getirmemin nedeni onun bilime verdiği önemdir. Mustafa Kemal’in bıraktığı miras budur. Bugün de bu miras esas alınarak sorun çözülebilir.” (28 Kasım 2008 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“İngilizler, Mustafa Kemal’i Türkiye’yi kendi çizgisine getirmek, kendi kontrolünde tutmak için bu üç kesimin tasfiyesini sağladı. Said-i Nursi, Mehmet Akif onlarla, bazı provokasyonlarla İslamcıları tasfiye ettiler… Mustafa Suphi’yi denizde boğdurdular… Şeyh Said isyanıyla birlikte Kürtleri de tasfiye ettiler.” (29 Mayıs 2009 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’ndaki yeri ve önemli rolü aslında 1921 Anayasası’na da yansıdı. O dönemde Kürtlere özerklik tanıyan düzenlemeler yapıldı, “Özerklik tanındı’. … Ama İngilizler, İttihat Terakki kadroları, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak eliyle Mustafa Kemal’i etkisizleştirdiler.” (9 Temmuz 2010 tarihli avukat görüşmesi notlarından.)
“Atatürk’ün bir numaralı Kürt düşmanı olmadığı gerçeğini başta Genelkurmay’ın ortaya çıkarması lazım. Aslında bu onların görevi ve onların sorumluluğundadır. Buradan onlara sesleniyorum.”
“Kürt isyanları devreye girince cumhuriyet tökezledi. Mustafa Kemal bilinçliydi, bu işbirlikçileri tanıdı. Mustafa Kemal’in Cemil Çeto için ‘Kendi halkına bu kadar ihanet edenin bana da hayrı olmaz’ dediği söylenir.” “Oyuna gelmeyin dedi. ‘Kürdistan Devleti kurma oyununa, Ermeni Devleti kurma oyununa gelmeyin dedi. Cumhuriyetle birlikte Kürtlerin bütün özgürlükleri tanınacaktı. Doğrudur. Atatürk stratejik açıdan yaklaştı. Bu 24’e kadar sürdü.” (Serxwebun, 222. s. 12)
“Mustafa Kemal’in Fransız Devrimi’nden esinlenerek gerçekleştirdiği cumhuriyet ve her düzeydeki kurumlaşması, esas olarak Batı zihniyetine dayanmaktadır. Çok gecikmiş de olsa, aslında Rönesans, reformasyon ve aydınlanma sürecinin dar bir milli zırh içinde devrimci yöntemlerle gerçekleştirmek istemiştir.” Serxwebun, 270. s. 13.)
“Mustafa Kemal hiç bir zaman dış güçlerle hareket etmedi.” (Serxwebun, 302, s. 40)
“M. Kemal Kurtuluş Savaşı’nı kazanmak için Kürtlerle eşit şartlarla geliyor, eşit şartlarla Kürtler ile diyaloga geçiyor. Miço, Diyap Ağa gibi Kürt büyüklerinin elini öpmüştür, onlarla birliği sağlamıştır…. Bu da demokratik cumhuriyetle uyumlu bir yaklaşımdır.” (Serxwebun 307, s. 61.)
“Mustafa Kemal ne Türk milliyetçisidir, ne solcudur, ne de başka bir şeydir. Mustafa Kemal öyle söyledikleri gibi çılgın bir Türk de değildir, son derece akılcıdır. Kürt ve Türk halkının menfaatlerini çok iyi bilen, onların içinde özgürlüğe en yakın duran kişidir.” (Serxwebun, 308, s. 5)
Benim demokratik özerklik dediğim şey, M. Kemal’in Ocak 1924’te [doğrusu 1923’te olacak] İzmit’te söylediği bir nevi muhtariyetin tam kendisidir.” “Ben Kemalist falan değilim ama M. Kemal'in Kurtuluş Savaşı'nda Kürtlerle yaptığı ittifakı görmek gerekiyor." "M. Kemal'in kendi sözütdür: 'Türkiye Kürt'süz olmaz. Kürdistan da Türk'süz olmaz'." (Serxwebun, 310, s. 57,58)
“Diyarbakır’ın 1920’lerdeki tavrı [Şeyh Said İsyanı’na destek vermemesi, Atatürk'ün 'gelin Cumhuriyet'e katılın' çağrısına uyması] doğruydu. O zaman Kürtler İngilizlerin planına dayanacaklarına demokratik mücadeleye önem verselerdi, daha iyi sonuç alırlardı. Bana da Şeyh Saidçilik yaptırmaya çalışıyorlar. Ben şu anda ‘demokratik özerklik’ diyorum, bu temelde M. Kemal ile ilişki geliştirselerdi, bugün Ortadoğu’da Kürtlerin durumu çok daha ileri düzeyde olurdu.” Serxwebun, 313, s. 43.)
“Kürtlerin başına gelen tüm olaylardan Mustafa Kemal’i suçlu buluyorlar. Tüm olumsuzlukları Mustafa Kemal’e yıkıyorlar. Bunları yapan bazı tarikatlar ve şeyhlerdir. Aslında bir çok olayı başkası yapmıştır ama Mustafa Kemal’e mal ediyorlar.” (Serxwebun. 325, s. 35)
“1923’ten beri [İngiliz yanlıları?] cumhuriyet yönetiminin gaspını gerçekleştiriyor. İktidar aygıtı etrafında yapay bir Türk ulusçuluğu ideolojisiyle oluşturulan ‘Beyaz Türklük’ temelinde bir zümre olarak Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın temel müttefikleri olan sosyalistleri, İslami ümmetçileri ve Kürt milli güçlerini komplocu yöntemlerle tasfiye ederek günümüze kadar kesintisiz devam eden bir ‘Oligarşik diktatörlük’ kuruyor. Bu iç hegemonik diktatörlük dışta dünya hegemonik güçlerinin başını çeken İngiltere’nin yakın denetimi ve perspektifi altında rolünü oynuyor. Özellikle M. Kemal Atatürk’ün kişiliğini (bağımsız ulus kişiliği) sembolleştirip (özünde çok sert uygulamalarla güçten düşürüp) ‘Atatürkçülük’ veya zaman zaman ‘Kemalizm’ adı altında Ortaçağ taassubundan daha ağır olan faşist bir ideolojik kimlikle (etnik Sünni Türkçülükle) sınırları kapsamındaki tüm toplumsal kültürlerin asimilasyonunu ve soykırımını programlaştırıp uyguluyor.” (Serxwebun 358, s. 32)
“Mustafa Kemal hem kişilik, hem yetişme tarzı gereği, hem de bilinç ve irade olarak bu koşulların biçilmiş kaftanı ve kaptanı durumundadır. Ayrıca Fransızcayı bilmesi, Jakobenizm’in ilkelerini benimsemiş, Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sını kavramış olmasında büyük kolaylık sağlamıştır.” (Türkiye’de Demokratikleşme Sorunları, Kürdistan’da Çözüm Modelleri, 2011, s. 20.)
“1920’de TBMM’nin ilanıyla başlayan süreç aslında işgale karşı olmanın da ötesinde toplumsal bir devrimi ifade etmekteydi. …Mustafa Kemal’in ısrarla Meclisi tek meşruiyet kaynağı görmesi anlaşılırdır. Meclis yeterince derinlikte olmasa da ihtilal koşullarının farkındadır.” (Türkiye’de Demokratikleşme, 2011, s. 21.)
xxx
Esas olarak Mehmet Memdoğlu'nun Öcalan'ın Mustafa Kemal Okumaları (Yakın Plan, 2012) tarihli kitabından yaptım bu derlemeyi. Ayrıca internette pdf formatında bulunan Bir Halkı Savunmak (2004) kitabından da yararlandım. Öcalan'ın 2013-2015 arasındaki avukat görüşlerinde uzak tarihle ilgili belirlemeler çok az. 2015 sonrasında itibaren de zaten açıklama yapmasının imkanı kalmamıştı. 2019 sonrasındaki nadir görüşmede ise uzun uzun tarih konuşmadı bildiğim kadarıyla. Dolayısıyla 2012-2025 arasındaki değişimleri tespit edemedim. Ancak Pervin Buldan'ın Roma konuşmasındaki Atatürk-İnönü referansı, Bir Halkı Savunmak'dan (2004, s. 298) neredeyse aynen aktarılmış gibi.
İfadeleri tarih sırasına dizmeye çalıştım ama bazı ifadelerin referansı olan Serxwebun dergisi ilk olarak Mart 1979’da yayınlanmış. Derginin 1982'den 2011 yılına kadarki sayıları pdf olarak 2012 yılında sanal ortamda paylaşıma açılmıştı. Site 2015’te mahkeme kararıyla yasaklandı. Artık siteye girilemiyor ya da ben Türkiye’den giremedim. Yukarda zikredilen en eski tarihli sayı olan 123 numaralı derginin Mart 1992 tarihli olduğunu tespit ettim. Şubat 1999 tarihli sayı ise 206 numaralı. Buna göre her ay düzenli çıkmamış olduğunu anlaşılıyor. Ancak 206. sayıdan sonra da 1999 öncesi konuşmaları yayımlandığı için derginin tarihi ile konuşmanın tarihi birbirini tutmuyor olabilir.

PERVİN BULDAN'IN ROMA KONUŞMASI VE ABDULLAH ÖCALAN'IN TARİH OKUMALARI - 1

 AYSE HÜR

PERVİN BULDAN'IN ROMA KONUŞMASI
VE ABDULLAH ÖCALAN'IN TARİH OKUMALARI
İtalya'nın en büyük işçi konfederasyonu CGIL'in ev sahipliğinde Roma'da gerçekleşen konferansta konuşmacı olan DEM Parti eski Eş Genel Başkanı ve İmrali Heyeti üyesi Pervin Buldan şöyle demiş:
"Atatürk'ün Kürtlere nasıl yaklaştığını, İsmet İnönü'yü yanında tutarak bunu nasıl yaptığını anlattı. Şu anki durum Atatürk ve İsmet İnönü'nün birliğini anlamayacak yerden meseleye bakıyor dedi. Türk-Kürt ittifakının gerçekleşmesi için herkesin geçmişi bir kez daha gözden geçirmeye ihtiyaç var. Bunun için karar verdiğini, barışmak ve silahlara veda etmekten başka çözümün kalmadığına inandığını söyledi. Bunun için Sayın Öcalan önceki barış sürecini de değerlendirdi. Önceki süreçte toplum hazır olsa da siyasetin buna hazır olmadığını söyledi. Çünkü o süreçte milliyetçi cephe bu sürecin karşısındaydı. Ancak bu süreçte milliyetçi cephenin lideri olarak görülen Devlet Bahçeli'nin çıkışıyla yeni bir süreç başladı."
Çeşitli nedenlerle Pervin Buldan'a ateş püskürenlere hatırlatmak gerekir ki, Pervin Buldan sadece elçi, bu görüşlerin sahibi Öcalan. Daha önce de paylaştığım gibi Öcalan'ın Atatürk'ün ve ekürisi İnönü'nün siyasaları hakkında bugün bazı CHP'lilerin bile savunamayacağı kadar enteresan fikirleri var. "Enteresan" diyorum ama okuduğunuzda siz de kabul edersiniz ki, Öcalan ya tarihi bilmiyor ya da (hadi "çarpıtıyor" demeyeyim) "revizyondan geçiriyor". Bilmemesi az ihtimal, ikincisi ise yüksek ihtimal çünkü 1999 öncesi ve sonrasında yaptığı analizler arasında epey farklar var. Türkiye'ye tutuklu olarak getirildiği tarih olan 15 Şubat 1999 öncesi Kemalizme karşı daha eleştirelken, sonrası Kemalizm'de hikmet bulmaya başlamış. Hele Atatürk'e yönelik iltifatları, kendini onunla karşılaştırması, sosyo-psikolojik analizler yapmayı gerektiriyor.
Öcalan'ın 15 Şubat 1999 öncesi tarih okumasına da (özellikle üslubuna) itirazlarım vardı ama 15 Şubat 1999 sonrasındaki oportünist yorumlarına katılmam hiç mümkün değil. Bir kişinin görüşleri elbette değişebilir ama bu değişikliğin nedenini açıklaması gerekir. Aynı veri setiyle birbirinin 180 derece zıttı açıklamalar yapmak ancak siyasetçilerin kabul edebileceği şeylerdir, bilim insanlarının değil. Bu ikinci dönem görüşleri bilen biri Öcalan-DEM öncülüğünde yürütülen görüşmelere neden eleştirel yaklaştığımı anlayabilir. Kemalizmin Kürt, Alevi, gayrimüslim, sol ve mütedeyyin politikalarını kıyasıya eleştiren birinin, siyasi stratejisini Kemalizmin yeni sürümü üzerine inşa eden birini eleştirmesi bilimsel etik gereğidir. Konu kişisel değildir, ideolojiktir, tarihe bakışımla ilgilidir. Bunları söylemezsem kendim saygım kalmaz.
Öküzün altında buzağı arayanlara duyurulur.
Öcalan'ın tarih yorumlarını bilmeyenlere bazı örnek cümlelerini tekrar aktaracağım şimdi. Bunları okuduktan sonra benim durduğum yeri anlamayanlara da anladığı halde beni taciz etmeye devam edenlere de farklı nedenlerle sözüm olmayacak. Nihayetinde herkes kendi heykelini yontar.
15 ŞUBAT 1999'DAN ÖNCEKİ GÖRÜŞLERİ
“Türkiye somutunda bir Cumhuriyet Dönemi vardır. Onun kuruluş aşaması ve önderliğinin durumunu biraz açmak, günümüze kadarki oluşumları daha iyi anlamayı mümkün kılacaktır. M. Kemal’in bu konudaki hastalıklı örneği ve bunun Türkiye toplumunun günümüzdeki aile buhranlarının temel bir nedeni olması söz konusudur. O dönemdeki çözümsüzlük bugünkü buhranların temel nedenlerinden biri olmaktadır.” (Sexwebun, 123 s. 8.)
"M. Kemal 1920'lerde olsa olsa bir Hitler'dir, bir Mussolini'dir. Bunlar aynı 'çağdaşlığa' sahiptirler. Nitekim Hitler 'M. Kemal benim öğretmenimdir' der. Yine Mussolini ile çok sıkı görüş alışverişi içindedir. O ondandan öğrenir, uygular. Yani aynı günleri, aynı ayları birlikte yaşayan üç çarpıcı faşist kimlik söz konusudur. (...) M. Kemal belki onlardan daha tehlikelidir." (Serxwebun, 155, s. 4)
"Bilindiği gibi ömrü boyunca 'Tek kişi cumhuriyeti' kurulur. Kim ne derse desin bu tek kişi cumhuriyetidir." "M. Kemal 1920'lerde olsa olsa bir Hitler'dir, bir Mussolini'dir. Bunlar aynı 'çağdaşlığa' sahiptirler. Nitekim Hitler 'M. Kemal benim öğretmenimdir' der. Yine Mussolini ile çok sıkı görüş alışverişi içindedir. O ondandan öğrenir, uygular. Yani aynı günleri, aynı ayları birlikte yaşayan üç çarpıcı faşist kimlik söz konusudur. (...) M. Kemal belki onlardan daha tehlikelidir." (Serxwebun. 155, s. 27.)
“O büyük bir taklitçidir. Al Stalin’den öğrendiklerini uygula, yine al Hitler’den, Mussolini’den öğrendiklerini uygula, al kapitalizmden ve sosyalizmen öğrendiklerinden işine geleni uygula. Yani burada din. İman, ahlak, kısacası ilke yoktur, tümüyle kendisine göre ayarlama vardır.” “Padişah Abdülhamit M. Kemal’e göre bu alanda çok daha büyük reformcu ve çağdaştır. M. Kemal’in taklitçiliği Abdülhamit’in çok ötesinde, çok gerisindedir.” (Serxwebun, 156, s. 28.)
“Yunan işgali nedeniyle Anadolu da neredeyse elden gitmekle karşı karşıyayken M. Kemal bunun büyük tehlikesini görüp, kendisinde yarattığı fobiyle 'Bir de Kürtler başkaldırırsa tekrar Türklük de biter' diyerek isyanları şiddetle bastırmaya yönelmesidir.” “1920’lerde Kürtlere karşılık, kalan Türk devlet kalıntılarının da yok olması demektir. Hatta ulusal tehlikenin gırtlağa kadar gelişmesidir. Bunu bildiği için tüm gücüyle ‘Türk-Kürt kardeşliği’, ‘tarih boyunca birlik beraberlik’ gibi bir safsatayla kendi faşist-milliyetçi amacını gizler. Ama gelişen yeni bir devlet biçimidir. Hem de en katı ulusçuluğu, bir anlamda faşist ideolojik zırh olarak benimseyen devlet tekelciliği, oldukça merkezileşmeyi sağlamış Türk burjuva cumhuriyetidir.” (Serxwebun 157, s. 5.)
“Şeyh Sait bin defa Atatürk’ten ilericidir, Çerkez Ethem bin defa demokrattır. Hatta tasfiye edilen diğer bütün o öğeler bin defa demokrattır, şahsiyet sahibi olan onurlu kişiliklerdir. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki en gerici olan Mustafa Kemal’in kendisiymiş. En eli kanlısı kendisiymiş. En anti demokrat. En anti sosyalist Mustafa Kemal’in kendisiymiş.” (Serxwebun, 162, s. 15)
“Tekrar vurguluyorum. Eğer bu ittifak olmasaydı bu cumhuriyet kurulamazdı… Diyeceksiniz ki, ’Başlangıçta Mustafa Kemal kabul etti de sonradan geçti’. Bu ayrı iki süreçtir. Şimdi o dönemin Kürtleri ittifakı kabul ettikten sonra neden isyan ettiler? Bunlar ayrı süreçlerdir. Kabul edişleri de o kadar kötü değildir, ama sonradan karşı koymaları ve isyan yapmaları kötü bir durum değildir.” (Serxwebun, 187, s. 18)
“Kemalist dönemi … veya diğer deyişle Sultan Mahmut ve Abdülhamid döneminin içiçe geçirilip karıştırılmasından meydana gelen Mustafa Kemal dönemini 1925’lerden başlatmalıyız. Yalnız bunu şahsileştirmek de sakıncalı olabilir…. Burada dikkat edilirse Mustafa Kemal bir kişiliksizliktir. Politikaları iki tane padişahın politikasının birleşimidir kendisi ortada yok. Diğer bir şey; çok silik bir Türk burjuvazisi vardır…. Gözünü kesinlikle Ermeni ve Rum sermayesine dikmiştir." “Hiç abartmaya gerek yok. Mustafa Kemal herhangi bir Osmanlı paşasıdır…. 1917’lerde imparatorluk çözülüyor, Kürdistan’da boşluk var. Aşiret kıyafetleri giyerek hazırlanmaya çalışıyor. Bakıyor ki bu macera fazla etkili değil, 1919’lara geliyor hızla bu sefer Türk milliyetçisi kesiliyor…. 1920’lerde kısmen Bolşevik geçiniyor… Bunda da fazla anlam bulayacağını görünce en gerici kapitalist burjuva pozitivizmine yöneliyor. İngilizleri daha gözde görüyor onun işbirlikçiliğine yöneliyor. Çünkü dünya çapında İngilizler hakimdir. Ve korkunç şoven kesiliyor.” (Serxwebun, 206, s. 12)
Misak-ı Milli’ye göre Musul-Kerkük’ü içimize alırsaksak [Mahmut Berzenci] beni atlatır, baş edemem Kürt ulusal kurtuluş hareketiyle diyor. … Çok ilginçtir daha önce Kemalistler ile Berzenci arasında çok iyi ilişkiler vardı ama anlaşmadan sonra imha edilmesi için [İngilizlerle] birleştiler.” “Güneyde Mahmut Berzenci hareketini, Kuzey’de Şeyh Said önderliğindeki Kürt hareketini acımasız biçimde birlikte bastırırlar. Bu, Ermeni katliamının hemen sonrasında ve Yahudi katliamı öncesinde jenosidin en çok uygulandığı bir ulusal kurtuluş sürecidir. Bu nedenle Hitler’in Kemal için ‘benim öğretmenimdir’ değerlendirmesini yapması dikkat çekicidir….Demek ki Kemalizm’in birinci ayağı ve esası Kürt katliamı oluyor.” (Serxwebun 206, s. 14.)
"Kürtlerin 1925'teki başkaldırısı aslında bana göre bir başkaldırıdan ziyade, bir Mustafa Kemal provokasyonudur." "Şeyh Said ve Seyit Rıza hareketlerini çok bilinçli bir Kürt başkaldırısı olarak değerlendirmiyorum. Zaten öyle bir özellikleri de yoktu. Bir örgütlenmeleri yoktur. Fakat potansiyel olarak bunlar 'Ya niye bizi tamamen tasfiye ediyorsun? Bizim geleneklerimiz var, şeyhliğimiz var, seyitliğimiz var, paşalığımız var, biraz Kürtlüğümüz var, örflerimiz var, adetlerimiz var. Bunları neden yaptın?' diyor." ((Serxwebun, 206, s.16)
“Mustafa Kemal’in başlangıçta bir baskı hedefi bile olmamıştır. Gelişmeye açık ve Kürt inkarcılığını amaçlamaz. Hepsi gelir (Kürt ileri gelenler) Kürtçe konuşur, ‘bizim millet’ derler. Bir tehlike yok. Zaten Mustafa Kemal bu konuda hassastır. Bu süre 1923-1924’e kadardır. Yani devlet gayet sağlam temellere oturana kadar…. Ama cumhuriyet kurulduktan sonra yoğun bir inkar geliştiriliyor. Burada büyük bir saptırma var. Türkiye Cumhuriyeti’nde temel handikap böyle başlıyor. Kemal’in ulusçuluğu ve siyasal anlayışını biliyoruz.” (Seçme Röportajlar, cilt II. 1994?, s. 95.)
“1925’te Kürt isyanı cumhuriyeti temelden zorluyordu ve Mustafa Kemal tahminen korkuya kapıldı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın da bir çok kişinin rakip olma durumu var.” (Seçme Röportajlar, 1994?, cilt II, s. 96.)
"M. Kemal'in başlangıçta kardeşliğe ihtiyacı vardı. Bunu çok iyi formüle etti, daha sonra tek kişi diktatörlüğüne geçmek istedir. Bir ideolojik zırha ihtiyacı olacaktı. Kürtler kalkmış, eski otonomilerini istiyorlar. Bu ne demektir? En azından federal sisteme benzer ya da eyalet sistemine benzer bir gelişmenin kabul edilmesidir. Buna verilen karşılık nedir? 'Kürt yoktur, Türk her şeydir' veya 'Bir Türk dünyaya bedeldir.'" (Seçme Röportajlar, 1994?, cilt II, s. 279.)
"Aslında Mustafa Kemal'in herhangi bir ideolojik yanı yoktur....Gerektiğinde faşist pratiğe yönelecek gerektiğinde komünistlik taslayacak kadar ilkesizdir. Bu kendi içinde büyük tahrifattır. Büyük bir yalanın. büyük bir yanlışlığın örgütlenmesi veya çok çelişkili olan durumların bastırılarak bir sistem diye yutturulması oluyor." (Sömürgeci Cumhuriyet, 1995, s. 315.)
“Mustafa Kemal’e boşuna ‘deccal’ denilmemiştir…. Kemalizm bu kadar kara cahil ve faşist yanı olan bir düşkünleşme olayıdır. İslami seçenek bin beş yüz yıl öncesine kadar gidip dayanıyor. Buna rağmen Türk halkının sarılmak istediği bir seçenek haline gelebiliyor. Bundan hiç ürkmemek veya gericilik hortladı diyerek kıyamet koparmamak gerekiyor.” ( Sömürgeci Cumhuriyet, 1995, s. 316.)
“Mustafa Kemal’in İslamiyeti ortadan kaldıran bir kişilik olduğu biliniyor. Uluslararası alanda Kemalizm’e bu dayanağı sağlayan, ona bu kararı aldırtan Yahudilerdir, Siyonizm’dir, masonlardır. Neden? İslam dünyasını zayıflatmak, Filistin’deki gelişmeleri ortaya çıkarmak için.” (Sömürgeci Cumhuriyet, 1995 s. 324.)